Osmanlı’da Sağlık Hizmeti Veren Vakıflar ve Kentsel Sağlık Hizmetleri

Osmanlı’da Sağlık Hizmeti Veren Vakıflar ve Kentsel Sağlık Hizmetleri

Vakıflar, yardımlaşma esasına dayalı olarak toplumların dini, sosyal ve hukuki yapılarına göre oluşturulmuş sosyal kurumlardır. Bireylerin insanlığa karşı sorumluluk hissi, iyilik yapma isteği, Allah’ın rızasını kazanma gayesi vakıfların doğup, gelişmesindeki en önemli faktörlerdir. Osmanlı medeniyeti İslam medeniyetinden kazanmış olduğu vakıf müessesini en gelişmiş anlamıyla uygulayan ve bunda tüm Dünyaya örnek olabilmiş bir medeniyettir.Kendinden önceki Türk–İslam devletlerinin yönetim anlayışlarını, onların mirasçısı olarak devralan Osmanlı Devleti vakıf müessesesine de büyük önem vermiştir. Osmanlı Devleti’ninson dönemlerine kadar vakıf müesseseleri üçüncü bir sektör olarak akla gelebilecek her türlü alanda hizmet sunumunda bulunmuş ,Osmanlı merkez maliyesinden sonra en büyük ikinci iktisadi güçolmuştur. (1)

Sosyal devlet anlayışının en iyi uygulandığı ülkelerden olan Osmanlı Devleti sağlık hizmetlerinde de gerek devlet imkanları ve gerekse hayırseverlerce kurulan vakıflar tarafından finanse edilen sağlık kuruluşları ile döneminin en güçlü sağlık hizmet ağını oluşturmuştur.

Bu çalışmada vakıf, vakıf terimleri, genel esasları, Osmanlı sağlık teşkilatı, Osmanlı sağlık yapılanmasında vakıf hastaneleri, koruyucu sağlık hizmetleri, Osmanlı vakıf hastanelerinden örnekler verilerek sağlık hizmetlerinde vakıfların yeri anlatılmıştır.

 

 

GİRİŞ

 

  1. BÖLÜM

 

1.VAKIF KAVRAMI

Osmanlı Devlet ve toplum yapısında hukuki sonuçların doğmasına sebep olan vakıf işlemlerinin gerçekleşmesini sağlayan farklı üç kelime bulunmaktadır. Bunlar “Vakıf”, “Habs” ve “Sadaka-i Muharreme”dir.

Bir kişi mülkiyetine sahip olduğu malların bir kısmını veya tamamını, Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle, halkın herhangi bir ihtiyacını gideermek üzere, dini, hayri ve sosyal bir gayeye müebbeden tahsis ederse, malını vakfetmiş, yani bir vakıf müessesesi kurmuş olur.Böyle bir davranışın arkasında mecburiyet veya zorlama değil, dini ve kültürel değerler yatmaktadır.Öyleyse İslam vakfını, mali imkan sahibi bir müslümanın şahsi mallarından bir kısmını kamu hizmeti görecek kuruluşlara dönüştürmesi fiili olarak tanımlamamız mümkündür. (2)

Bir mülkü kamu yararına ebedi olarak tahsis etmek anlamında kullanılan bir terim(3) olan vakıf, ferdi çalışma ve gayretle elde edilen imkânların ve mal varlığının gönül rızasıyla paylaşılmasını öngören hukuki ve sosyal bir sistemdir. Bu sistemde, her türlü hırs ve tamahtan uzak bir şekilde, şahsi mal varlığı, kamunun kullanımına aktarılmakta, böylece şahsi imkânlar kamu hizmetine dönüştürülmektedir. Burada faydacı felsefenin aksine, diğer insanların lehine, şahsın feragati ve fedakârlığı söz konusudur. Vakıf sisteminde, katılımcılık ve paylaşma ruhu hâkimdir. Zira toplumun huzuru sağlanmadıkça, bireyin mutluluğunun sürekliliğinden söz etmenin mümkün olmadığı düşünülmektedir. O halde vakıf, bütün insanlığın mutluluğunu amaçlayan bir sistemler bütünüdür.

Vakıf yapan kişi feragatin ve başkalarına yardımcı olmanın mutluluğunu; vakıftan yararlanan kişi ise, bir ihtiyacını karşılamış olmanın hazzını duymaktadır. Bu, birbiriyle çelişmeyen ve biri diğerinin hazzını azaltmaksızın dalgalar halinde cemiyetin bütün fertlerini saran ve bu yönüyle sürekliliği amaçlayan bir hizmetler bütünüdür.(4)

 

  • 1. VAKFIN TANIMI VE TARİFLERİ

Vakıf müessesesi, Osmanlı Devleti’nde de, diğer İslam devletlerinde olduğu gibi büyük önemi olan, sosyal ve iktisadi hayat üzerinde derin etkiler bırakan dini ve hukuki bir kurumdur .(5) .

Osmanlı vakıflarının tanımı ve niteliği konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Baskın olan görüşe göre vakıf, menfaati insanlara ait olmak üzere bir eşyayı (ayni) Allah’ın mülkü olarak saklamak, başkasına geçirilmesini (devrini) yasaklamaktır.(6; 7; 8)

 

Arapça bir sözcük olan ‘vakf’; sözlük anlamı ile durdurma, hareketten alıkoyma, hareketsiz bırakma manalarına gelir. Ayrıca “tamamen verme, büsbütün verme” anlamını da içerir. İktisadi anlamda vakıf; kişisel çalışma ve gayretle elde edilen imkânların ve mal varlığının gönül rızasıyla paylaşılmasını öngören hukuki bir sistemdir. Türk Medeni Kanununa göre vakıf; gerçek veya tüzel kişilerin yeterli mal ve hakları belirli ve sürekli bir amaca özgülemeleri ile oluşan tüzel kişiliğe sahip mal topluluklarıdır.Vakıf, tarih boyunca süregelmiş yardımlaşma ve dayanışma duygusunun kurumsallaşmış halidir. O halde vakıf tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan bir sistemler bütünüdür.

Tarihte ilk vakıf; Hazreti Ömer (r.a.)ın Hayber’in fethinden sonra ganimet olarak kendisine düşen bir arazinin satılmaması, miras bırakılmaması ve hibe edilmemesi şartı ile fakir, köle, misafir ve Allah yolunda olanların istifadesi için vermesi ilk vakıf olarak kabul edilmektedir.

Vakıfların Anadolu’da hızla yaygınlaşıp önemli hale gelmesinde “sadaka, infak ve hayırda yarışma” ya teşvik edici mahiyetteki ayetlerin yanı sıra şu hadis-i şerifler etkili olmuştur.

“Ademoğlu vefat edince ameli kesilir, ancak üç hususta müstesna: Sadaka-i cariye, faydalı ilim ve kendine dua eden hayırlı evlat”

“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır. Malın en hayırlısı Allah yolunda harcanandır. Vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır.”(9)

Vakıflar, tarih boyunca hangi amaçlarla kurulmuş olurlarsa olsunlar, İslâm ve Türk dünyasında birbirinden önemli çok çeşitli hizmetleri üstlenerek, günümüzde modern devletin yapmakta olduğu çok sayıda kamusal görevi yüzyıllarca başarıyla yerine getirmişlerdir. Vakıflar, aynı zamanda, servetin zengin kesimlerden toplumun daha fakir kesimlerine doğru akışını önemli ölçüde gerçekleştirerek sosyal dengelerin kurulmasında ve sosyal bütünleşmenin sağlanmasında, içtimaî barışın sürekliliğinde, sınıf çatışmalarının önlenmesinde, kamunun hizmet taleplerinin yerinde karşılanmasında, siyasî ve ekonomik istikrarın sağlanmasında da merkezî yönetimlerin en büyük yardımcıları olmuşlardır.

Vakfın özünde bulunan yardımlaşma ve dayanışma duygusu, Türkler’in İslamiyet öncesindeki geleneklerinde de görülen bir sosyal özellik olduğundan Müslüman olduktan sonraki dönemde de vakıf ve yardımlaşma anlayışı “Allah Rızasını” kazanma isteği ile çok daha güçlenerek, genişlemiştir. Bu durum; vakfın belirli toplulukları kapsamasından çok, bütün insanları, hatta hayvanları ve doğayı da içine alacak şekilde genişleyerek enginleşmesine vesile olmuştur.

Türklerin, İslamiyet öncesinden gelen adet ve gelenekleri;  vakıf anlayışı ve kültürünün bir medeniyet haline gelmesinde önemli katkılar sağlamış, İslâmiyet ile birlikte bu altyapı, semavî değerler ve evrensel ahlakî ilkelerle inceden inceye işlenerek daha da geliştirilmiştir. Vakıfların hizmetlerinden veya menfaatlerinden yararlanabilmek için ne etnik ne dinî, ne de cinsiyet ve sosyal statü olarak bir ön şart aranmamış, hayır hususunda kesinlikle ayrımcılık ve bölgecilik yapılmamıştır.

Diğer bir ifadeyle, Osmanlı’ya kadar hiçbir devlet, dil, din, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan bütün halkının huzur ve mutluluğunu sağlayacak âdil devlet adamı prototipini ortaya koyan ve ülke kaynaklarının toplumun bütün kesimleri arasında makûl ölçülerde paylaşılmasına imkân sağlayan bir sistemi kurarak en müreffeh şehirlerin kurulmasını sağlayamamıştır. Bunun yanı sıra, vakıf kurumunun maddî-manevî kudretinden de tarihte hiçbir ulus Osmanlılar kadar yararlanamamıştır.

Osmanlı insanının günlük hayatında hemen her gün karşılaştığı ve yararlandığı cami, medrese, hastane, han, hamam, köprü, çeşme, su tesisi, imarethâne gibi kamusal nitelikli kurumların neredeyse tamamı, padişahlar ve diğer yönetici zümreler ile bunların yakınlarınca hayrat olarak yaptırılmış, bunların hizmetlerinde sürekliliği sağlamak üzere gelirlerini temin eden kervansaray, bedesten, dükkan, bağ, bahçe gibi diğer mal ve mülkler de akar olarak vakfedilmiştir. Böylece yalnızca Allah Rızası için kurulan vakıflar ve vakıfların topluma sunduğu hizmetler yıllar hatta yüzyıllar boyunca yaşatılabilmiştir.

Gerek sosyal gruplar arasında dostluk, kardeşlik, yardımlaşma ve yakınlaşmanın temininde ve gerekse kamunun belli sosyal kriterlere göre şekillendirilmesinde devletin elindeki en etkili kurumsal vasıta vakıflar olmuştur. Osmanlılar, servetin belirli ellerde yoğunlaşarak sosyal refah düzeyinde aşırı farklılaşmalar oluşması ve dolayısıyla içtimaî dengelerin bozulmasını önlemek için, kişilerin kendi istekleriyle kurdukları vakıflardan geniş ölçüde yararlanmışlardır. İmkânı olan herkes bir hayır eseri yaptırmıştır, buna gücü yetmeyenler bir mektep veya camiyi, ya tamir ettirmiş ya da tamirine madden-manen-bedenen katkıda bulunmuş, bunu da yapamayanlar hiç değilse bir çeşme yapımı ya da tamiri ile ilgilenmişlerdir.

Günümüzde modern devletin yüklendiği kamusal hizmetlerin neredeyse tamamı Osmanlı’da vakıflar eliyle yerine getirilmiş, sahip oldukları maddî imkânlara rağmen “hayr u hasenat kültürüne” katkıda bulunmayanlara cemiyet tarafından iyi gözle bakılmamıştır.

Vakıflar kanalıyla, toplumsal servetin önemli bir bölümü, hukuken bir daha geri dönmesi mümkün olmayacak şekilde toplumun en zengin tabakalarından en alt tabakalarına ulaşacak şekilde; bir başka deyişle özel mülkiyete konu olmaktan çıkartılarak toplumsal mülkiyet kategorisine aktarılmıştır. Üstelik bu aktarımın, açık bir zorlama olmaksızın, gönüllü bir şekilde yapıldığı düşünüldüğünde, vakıf konusundaki şuurun ve duyarlılığın Osmanlı döneminde bütün medeniyetleri geride bırakan bir çıtaya ulaştığı görülebilir.

Bundan dolayıdır ki Osmanlı medeniyeti, “vakıf medeniyeti” olarak nitelendirilmiştir. ( 9)

1.2. VAKIFLARLA İLGİLİ GENEL HUSUSLAR

1.2.1. Vakıflarla ilgili bazı ana terimler

1.2.1.1. Akâr

Bina, arazi, bağ ve bahçe gibi başka yere nakli mümkün olmayan maldır.Bu nevi mala “gayr-i menkul” denir Gerçek anlamda akâr arsa ile araziden ibarettir.Bina ve ağaçların akardan sayılması, üzerinde bulundukları yerin tamamlayıcısı olmalarından gelir. Halk akar kelimesini kira getiren gayr-i menkul için kullanır.Mesken olarak istifade bina ve meyvesinden faydalanılan bağ ve bahçelere akâr denmesi, örfî mânâ itibariyledir. (2)

1.2.1.2. Vâkıf

Sadece Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla sahibi bulunduğu bir mülkü, ebedi (devamlı) olarak halkın yararlanması için tahsis eden kimse. Başka bir ifade ile vakfı yapan kimseye vâkıf denir. (2)

1.2.1.3. Mevkuf

Ammenin yararlanabilmesi için vakfedilen her türlü mülk. (2)

1.2.1.4. .Mevkufun Aleyh

Vâkıf tarafından, vakfın gelir ve menfaati kendisine tahsis edilen kişi veya müessese. (2)

1.2.1.5. Mütevelli

Vakfın şartlarına uygun olarak, şer’î hükümler gereğince vakıf işlerini idare etmek ve vakfı gözetip kollamak üzere tayin olunan kimseye denir.Hukuki açıdan gereken şartları haiz olan herkes mütevelli olarak tayin edilebilir.Bazı vâkıflar, vakıflarının  mütevelliliğini makamlara da verebilirler (şart kılabilirler). (2)

1.2.1.6. Menafi-i Vakıf

Vakıf mallarının sağladığı yararlanma ve menfaattir.Kira, kazanç, meyve ve diğer gelirler.(2)

1.2.1.7. Galle

Mahsul ve fayda demektir. Vakıf ıstılahında bu tabir, menkul ve akaâr nevinden olan gelirler için kullanılır. (2)

1.2.1.8. Vazife

Bir hizmetin karşılığı olarak vakfın gelirinden verilen maaş ve aylıklar için kullanılır. Bu da iki kısma ayrılır:

  1. Görülen hizmetin karşılığı olup ücret nevinden olan vazifedir.
  2. Herhangi bir hizmet karşılığı olmayan vazifedir.(2)

1.2.1.9. Câbi-i Vakf

Vakfedilen gayr-i menkullerin gelirlerini toplayan tahsildar demektir.Vakfın büyüklüğü ile orantılı olarak bir veya daha fazla tahsildarın tayini mümkündür.(2)

1.2.1.10. Men lehü’l-istiğlal

Vakfın galle (geliri)si kendisine meşrut (şart kılınan, tahsis edilen) olan kimsedir. (2)

1.2.1.11. Men lehü’s-süknâ

Bir vakıf binada oturup ikamet etme, kendisine meşrut olan kimsedir.Sözgelimi, bir kimse bir daire veya ev vakfedip, oturulmasını (süknâsını) herhangi bir kimseye şart etse, ikamet eden kimseye men lehü’s-süknâ denir .(2)

1.2.1.12. Câmekiyye

Vakfın gelirinden, hizmet ve vazife sahiplerine verilen aylık, bahşiş, atiyye ve ihsan demektir.Bu bir yönü ile ücret, bir yönü ile de ihsan mahiyetindedir. (2)

1.2.1.13. Musakkaf (Müsakkafat)

Tavanı bulunan ve gelir getiren binalar bu isimle anılır. Ev, daire, dükkan, mağaza gibi. (2)

1.2.1.14. Müstegalle

Hayır işlerinin idaresi için icab eden geliri tamin etmek üzere vakfedilmiş bulunan mal. (2)

1.2.1.15. Gedik

Ticaret yapmak ve san’at icra etme yetkisidir. Ticaret ve san’at için gelir getiren bir mülk içine konulan alet ve edvata da gedik denir. Gediğin, yani alet ve edevatın durması karşılığında mülk akarda malikinin, vakıf akarda mütevellinin izin ve rızasıyla tayin olunan kira verildikçe gediği kullanan kimsenin o mekan üzerinde kalma hakkı vardır. Bunun, böyle bir yerden çıkarılamayacağı gibi kirası da artırılamaz.(2)

1.2.1.16. Mürtezika

Vakfın gelir ve menfaati, kendilerine şart kılınan kimseler için kullanılan bir tabirdir.(2)

1.2.1.17. Vakf-ı lazım

Vâkıf veya hakim tarafından fesh edilmesi caiz ve mümkün olmayan vakıftır. (2)

1.2.1.18. Vakf-ı gayr-ı lazım

Vâkıf, hakim veya vâkıfın mirasçıları tarafından fesh veya iptali mümkün olan vakıflardır.Sahibi bulunduğu bir hanı, vakfedip henüz mütevelliye teslim etmeden fakirleşen ve onun gelirine ihtiyaç duyan bir kimsenin bu vakıftan vazgeçmesi için hakime müracaatla onu feshettirmesi gibi.(2)

1.2.1.19. Vakf-ı muallak

Bir şarta bağlı olarak yapılan vakıftır.Aslında böyle bir vakıf sahih değildir.”Şu işim olursa, bu malım vakf olsun…” diyen kimsenin, o işin olmasına bağlı yaptığı vakıftır.(2)

1.2.1.20. Nazır-ı vakf

Mütevellinin, vakfın kullanımı hakkındaki tasarruflarına nezaret eden ve mütevellinin yaptığı işleri kontrol eden kimsedir. Bazı islam ülkelerinde nâzır, mütevelli manasında da kullanılmaktadır.(2)

1.2.1.21. Müşrif-i vakf

Mütevellinin, vakfın gelir ve giderleri hakkındaki kullanımını denetlemek üzere tayin olunan kimsedir.Buna nâzır da denir.(2)

1.2.2. Vakfın Kuruluşu İçin Aranan .Şartlar

Dini ve hukuki bir müessese olan vakıf işleminin meydana gelebilmesi için gerek vakfı tesis eden vâkıfta, gerekse vakfedilen malda bazı şartların bulunması gerekir.Bu şartların neler olduğu ve nasıl olması gerektiğine geçmeden önce, bir valfın, vâkıf tarafından kurulduğunu gözteren kelimelere işaret etmemiz gerekir.Zira bu kelimeler, vakfın rüknünden sayılmaktadırlar.Bunlar: “Malımı vakfettim”, “Malımı habs ettim, tasadduk ettim” veya “Sadaka-i müebbede ile sadaka ettim” gibi ifadelerdir.

Burada şunu da işaret edelim ki, vakfın kuruluşu ile ilgili şartlar, biraz girift oldukları için birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmazılar.Bununla beraber biz konuyu vâkıfta aranan şarlar ve vakfedilen malda aranan şartlar olmak üzere iki kısımda ele alacağız. (2)

1.2.2.1. Vâkıfta Bulunması .Gereken Şartlar

  • Vâkıfın temlik ve teberrua ehil olması gerekir.Temlike ehliyet, kendi malını bir başkasına bedel veya bedelsiz temlik satabilme) edebilme ehliyetidir.Teberrua ehliyet ise, bir şahsın kendi mülkünü veya hakkını karşılıksız olarak temlik veya ıskat edebilmesi ve bu muamelerini hukuken geçerli sayılmasıdır.
  1. Vâkıf borcundan dolayı mahcur olmamalıdır.Eski hukukumuza göre hacrin pek çok sebebi vardır. Bunlardan biri, günümüz israf ve ayyaşlık olarak zikredilen “sefeh” halidir.İkincisi ise, vâkıfın borçlu olmasıdır.
  2. Vâkıfın vakfa rızası bulunmalıdır.
  3. Vâkıf, vakfettiği mülkü, inancına göre hayır veya sevap kazanmak niyeti ile yapmış olmalıdır. (2)

1.2.2.2. Vakfedilen Malda Bulunması Gereken Şarlar

  1. Vakfedilen mal, vakıf esnasında vâkıfın mülkü olmalıdır.
  2. Vakfedilen mal deyn (alacak) veya menfaat olmamalıdır. Bu bakımdan, bir kimse, başkasından alacağını vakfedemez.
  3. Vakf olunacak malın akar olması gerekir.Akar, ev daire, dükkan, ağaç ve arazi gibi gelir getiren taşınmaz (gayr-i menkul) mülk olmalıdır.
  4. Vakfedilen mal, malum ve muayyen olmalıdır.Vakfa konu teşkil eden malın, sonradan meydana gelebilecek anlaşmazlıkları önleyecek kadar bilinmesi ve belirli olması gerekir.
  5. Vakfedilecek bina ve ağaçlar müstahikku’l kal’ (yıkılmaya veua sökülmeye mahkum)olmamalıdır.
  6. Vakıfta muhayyerlik olmaz.MEsela bir kimse belli bir zaman içinde vakfı yapma veya yapmama hususunda muhayyer olmak üzere bir malı vakfetse bu vakıf sahih olmaz.
  7. Vakıf, gelecekteki bir duruma bağlı olmamalıdır.
  8. Vakfın ebedi olması şarttır.Vakfın, hedef ve gayesi bakımından bunun devamlı olması gerekir.
  9. Vakfın meşrutun lehi (vakıftan yararlanacak olanlar) belli olmalıdır. (2)

1.2.2.3. Vakfın Kuruluş Şekilleri

Şartları haiz olan bir kimse, aşağıda belirtileceği üç şekilden biri ile vakıf kurabilir:

1.Tescil Suretiyle: Vâkıf, kadıya müracaat edip bir vakıf kurmak istediğini belirtir.Bunun üzerine kadı yukarıda bir kısmından bahsedilen şartların bulunup bulunmadığını araştırır.Şayet bu araştırma sonucunda müsbet bir sonuç alınmış ise o zaman şahidlerin huzurunda ve onların da karara iştiraki ile vakfın kurulduğunu karara bağlayıp tescil eder (kayda geçer). (2) 1718-1800 seneleri arasında 485 yeni vakıf tesis edilmiştir.(10)

  1. Vasiyet etmek suretiyle: Vakıf yapmak isteyen kimsenin, ölmeden önce vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakıftır.Şayet vâkıfın mirasçıları yoksa mamelekenin (bütün mal varlığı) tamamı, vasra üçte biri vasiyet etmek suretiyle vakf edilebilir.Böyle bir vasiyette bulunan kişinin ölümü halinde vasiyeti gereğince mülkü vakıf olur. (2)
  2. Fiil ve hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa üzerine cami inşa ettirip, ezan okutturup, halkın cemaatle namaz kılmasına müsaade eder, kendisi de bu cemaatin içinde yer alırsa bu cami, “vakf-ı lazım” suretiyle vakıf olur.Artık bundan dönüş mümkün olmaz. (2)

Vakfiye;Vakfın şartlarını gösteren, şer-i hükümlere uygun biçimde düzenlenmiş Sened; diğer bir anlatımla, Vakfedenin, vakfıyla ilgili olarak Mahkemede, hakim önünde yaptığı ikrar ve hakimin vakıf hakkında hükmünü ve Vakfedenin vakfı üzerinde ileri sürdüğü koşulları içeren Mahkemece tescil edilen bildirgedir.

Vakfiye, ebad ve sayfa bakımından ister büyük, ister küçük olsun, mahiyet itibari ile içindekiler üç ana bölümden meydana gelir.Bunlar:

  1. Dibace(mukaddime, giriş): Vakfı kurma sebep ve gayesinden bahseden bu bölüm, ayet ve hadislerle kuvvetlendirilir.
  2. Vakfın Hizmet Şartları: Vakfın gelir kaynakları ile bu gelirlerin sarf edileceği yerler gösterilir.Bu bölüm vakfiyenin en uzun kısmıdır.
  3. Sonuç: Bu kısımda müessesenin şeriata uygunluğu belirtilerek, hiçbir kimsenin bu vakfa müdahale edemeyeceği anlatılır.Bundan sonra da vakfı değiştiren veya ona ihanet edenlere beddua edilir.Vakfiyenin sonunda da tarih ve şahidlerin imzaları bulunur. (2)

Vakfiyelerde umumiyetle şu hususlar yer alır:

  • Vakf olunan malların neler olduğu
  • Vakf olunan bu malların nasıl idare olunacağı
  • Vakıf gelirlerinin nerelere ve kimlere sarf edileceği
  • Vakfın kimler tarafından yönetileceği, müessesede kaç kişinin çalışacağı, bunlara ne kadar ücret ödeneceği, bu ücretlerin hangi gelirlerden elde edileceği, eşyanın fiyatı vs gibi konular teferruatlı bir şekilde açıklanır
  • Hakimin (kadı), vakfın sıhhat ve lüzumuna dair olan hükmü,
  • Sonunda da tarih ile şuhud’ul-halin mühürleri ve üst kısmında hakimin mührü bulunur. (2)

 

 

1.3. VAKFIN TARİHÇESİ

Milletlerin, medeniyet seviyesini ve olgunlaşarak kemale ermesini, farklı sebeplere bağlamak ve bunu değişik tezahürlerle izah etmek mümkündür.Toplumların, medeniyet ve olgunluk kalitesini gösteren bu tezahürlerin başında yardımlaşma duygusunun geldiğine şüphe yoktur.Bununla beraber insanlar arasındaki yardımlaşmayı sadece alışveriş veya mübadele esasnıa bağlamk doğru değildir.Gerçi mübadele usulü, yardımlaşmanın ilk şeklidir.Ancak bu yardımlaşma şeklinin tek başına yeterli olduğunun kabul edilebilmesi için, mübadele yapacaklar arasında bir eşitliğin bulunması gerekir.Oysa insanlar, doğuştan (fıtrat) kuvvet ve zaaf itibariyle birbirleri ile eşit değildir.İnsanlar arasındaki bu farklılığa rağmen çalışma ve kazanmada onları eşit saymak, yardımlaşma duygusunu doğuran amilleri(etkenleri) unutmak olur.Bu bakımdan, yardımlaşmanın âdil bir şekilde teceliisi için ikinci bir suretin kabul edilmesi gerekir.Bu ise insanlar arasında gerek” eşhas-ı hukukiye” olan fertlerin, gerekse “eşhas-ı maneviye ve itibariye” olan toplumların, kuvvetlileri tarafından zayıflarına karşı bir çeşit iyilik yapmak ve hayır işlemek suretiyle fedakarlıklarda bulunma şeklinde tezahür eder. (11)

Vakıf sistemi, tarihsel süreç içerisinde topluma, zamana ve mekâna bağlı olarak değişiklik göstermiş, çeşitli toplumlarda farklı şekillerde uygulanmıştır. Geçmişi oldukça eskiye inen vakıflar, kökeni konusunda kesin bir tarih olmamakla birlikte, Babil ve Sümerlerde vakıf kurulduğuna dair izlere rastlanmıştır.(12)

Örneğin Babil’de ruhunun selametini temin etmek isteyen dindar bir adam, bir mabet yaptırmış ve bu mabede tayin ettiği rahibin oturması için de bir mülk hibe etmiştir.(13)

Yine Boğazköy kazılarında ele geçen tabletlerde vakfiyelere, M.Ö. 1290-1280 yıllarında Hitit Kralı Hattusilis tarafından düzenlenmiş bir vakfiye bulunmuştur. Vakfiyenin içeriği şöyledir: “Hitit Kralı Hattusilis kendisine düşman bulunan Armadataş’ı mağlûp ediyor, emlâkini zaptederek bunlardan bir ev ile müştemilâtını Tanrıça Iştar’a ibadet edilmek üzere vakfediyor.”(14)

Roma ve Bizans’ta da vakıf kurumunun bir ölçüde gelişmiş olduğunu görmekteyiz. Bunun yanı sıra, İslâm memleketlerinde oldukça gelişmiş bir vakıf sisteminin mevcudiyeti dikkat çekicidir. İslam âleminde ilk vakıf, 706 yılında, Emevi Halifesi Abdülmelik oğlu Velid tarafından, başkent Şam’da yaptırılan “Ümeyye Camii” için kurulmuştur.(15)

Osmanlı İmparatorluğu döneminde vakıfların tarihsel süreci bir sonraki bölümde anlatılacaktır.

 

  1. BÖLÜM

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA VAKIF KURUMU

2.1. İslam’da Vakıf

Aslında vakıf sistemi İslâm coğrafyasının her yerinde bulunuyordu ve toplumun şehirli ve köylü bütün kesimleri, yönetici ve yönetilen bütün katmanları, müslüman, hıristiyan ya da yahudi bütün grupları tarafından kullanılmıştı. Son derece işlevsel olup kurumsal temel bir sistemin farklı ve müstakil unsurları şeklinde işleyen ve merkezî iktidarların asırlar boyunca az çok denetlemeye çalıştığı bir yapıya sahipti. Bireylerin, grupların ya da devletin ihtiyaçlarına uyum sağlama kabiliyeti vardı. Hukukî dayanakları ve bu uyum yeteneği sayesinde siyasal örgütlenmeler ve iktidarların değişmesine ve vakıfların büyük çoğunluğunun ortadan kalkmasına rağmen önemli bir bölümü XX. yüzyıla, hatta günümüze kadar uzanan bir ömre sahip olmuştur. İslâm ülkelerinde birbirinin yerine geçen devletler zaman zaman vakıf hazinelerine el atmak istemişlerse de genelde hep koruyucu tavır içinde bulunmuşlar, vakıfların sürekliliğini desteklemişlerdir. Vakıflar işlevlerini aynı anda dinî, siyasî, içtimaî, hayrî, kültürel ve mânevî şebekeler halinde finanse ederek gerçekleştirmiştir. Burada vakfın ilgili tarafları arasındaki ekonomik bağ önemli rol oynamış, İslâm medeniyetinin ortaya koyduğu birçok değerin ifadesini bulduğu bir alt yapıya kavuşmuştur.

İslâm dünyasının her yerinde yüzlercesi kurulan hayratın tam sayısını tahmin etmek mümkün değildir. 1540 senelerine doğru Anadolu eyaletinde 342 cami, 1055 mescid, 110 medrese, 626 zâviye ve hankah, kırk beş imaret, 154 muallimhâne, bir kalenderhâne, bir mevlevîhâne, iki dârülhuffâz, yetmiş beş büyük han ve kervansaray mevcuttu (16).

Vakıflar, İslâm dünyasında çeşitli köy ve şehirlerin kurulması veya yeniden teşkilâtlandırılmasında büyük rol oynamıştır. Memlük sultanları Mısır’da vakıfları her alanda, özellikle de Kahire’nin eski şehrini dönüştürecek şehircilik projelerinde kullanmıştır. Mekke, Medine, Kudüs, el-Halîl gibi kutsal şehirlerin bakımı, eğitim, din ve belediye hizmetleri, silâh fabrikası gibi bazı askerî kurumlar vakıflarla finanse ediliyordu. Merînî vakıfları Fas şehirlerinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Vakıflar hocaları ve talebeleri şehir merkezlerine doğru çekiyor, bu da gıda, mesken ve giyecek talebini arttırıyordu; taşınmaz malların alım satımı ve kiralanması ekonomiye katkı sağlıyordu. Fakat ekonominin hemen hemen tamamen tek bir sektöre, taşınmaz mal varlıklarına dayanması, vakıf sistemi yöneticilerinin ekonomik dalgalanmalara duyarlı olması sonucunu doğuruyordu. Mısır’da Osmanlılar mevcut vakıfları iyileştirmiş ve genellikle dönüştürmüştür. Bu arada Ezher’in itibarı yükseltilmiştir. Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman tarafından Sultan Çakmak ve Kayıtbay’ın vakıfları arttırılmış, III. Murad ve diğer hânedan mensupları yeni vakıflar kurmuştur. Mısır’dan Mekke ve Medine’ye gemilerle buğday sevkediliyordu. Öte yandan din adamları, yöneticiler ve tüccar sınıfı hayrî ve yarı ailevî vakıflar kurmuş, Kahire’de çok sayıda mektep ve sebil yapılmış, şehir büyümüş ve canlanmıştır (17).

Hayrat duygusu, hayrat düşüncesi ve eylemi özellikle müslüman Türk medeniyetinin mayasını oluşturur. Herkese gücü yettiğince iyilik yapma anlayışına dayanan bu yardımlaşma felsefesini Türk filozofu Fârâbî, daha IV. (X.) yüzyılın ilk yarısında el-Medînetü’l-fâżıla adlı meşhur eserinde tasarlayıp kurgulamıştır. Bu kapsamda hayat bulmaya başlayan hayrat külliyeleri zaman içinde birbirine eklenerek Mekke, Medine, Dımaşk, Bağdat, Kahire, Kayrevan, Kurtuba, Tebriz, Semerkant, Buhara, Konya, Bursa ve İstanbul gibi büyük şehirlere dönüşmüştür. İspanya’dan Orta Asya’ya kadar bütün İslâm ülkelerinin vakıfları incelendiğinde bu durumun belirli bir bütünlük arzettiği görülür. Külliyelerin adı, kurucusu, mekânı, tarihi, mimari üslûbu değişip yerel kültürün renklerini taşımakla birlikte felsefesi aynıdır; zaman ve mekânın şartlarına bağlı farklılıklar dışında işlevleri de birbirine benzemektedir. Meselâ İran’ın her bölgesinde İlhanlı hükümdarlarının tesis ettiği hayrat külliyeleri dikkat çekicidir. Hülâgû, Nasîrüddîn-Tûsî’yi Merâga’da bir gözlemevi kurmakla görevlendirmiş ve kendisini evkaf nâzırlığına tayin etmiştir. Gāzân Han’ın şahsî mülküyle başşehir Tebriz’de Şenbigāzân’da inşa ettirdiği ve taşınmaz mallarını vakfettiği hayrat külliyesiyle (Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, Târîħ-i Mübârek-i Ġāzânî, s. 215, 331) Olcaytu Han’ın kendi başşehri Sultâniye’deki hayrat müesseseleri (Abdullah b. Ali el-Kâşânî, s. 93-94) meşhurdur. Moğol hâkimiyetinde devlet görevlilerinin ve özel kişilerin çoğu, daha ziyade tarım alanları ve diğer taşınmazlardan meydana gelen büyük servetlerini hayrata dönüştürüp vakfetmiştir. Bunların en göze çarpanlarından biri Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî’dir. Vakıf taşınmazlarının çoğunu Tebriz’de kurduğu Rab‘ireşîdî Külliyesi başta olmak üzere Yezd, Hemedan, Şîraz ve Kirman’daki hayratına tahsis etmiştir. Bu hayrat camiler, medreseler, hankahlar, hastahaneler vb. kurumlardı. Vakıflarının listesi 709 (1309-10) tarihli Vakıfnâme-i Rab‘ireşîdî’de bulunmaktadır. Yezd şehrinin zenginlerinden Seyyid Rükneddin Muhammed’in ve oğlunun hayratı da 748 (1347-48) tarihli CâmiǾu’l-ħayrât’ta kayıtlıdır. Buhara, Herat ve diğer yerlerde Timurlular ile İsfahan’da Safevîler başşehirlerinde muhteşem külliyeler inşa etmiş, bunlara zengin vakıflar ayırarak Gāzân Han ve Olcaytu’nun uygulamalarını devam ettirmiştir. Herat’ta İhlâsiye Külliyesi bunlardan biridir. (18)

2.2. Osmanlılarda Vakıf

Vakıf sistemi, İslâmiyet’in kabulünden sonra özellikle Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Türk dünyasının sosyal, kültürel ve ekonomik hayatına damgasını vurmuştur. Osmanlılarda Orhan Gazi, İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurarken onun idaresi için yeterli geliri temin edecek gayrimenkul de vakfetmişti. Bu medrese kısa sürede değerli ilim ve devlet adamları yetiştirdi. Orhan Gazi’nin Adapazarı, Kandıra ve Bursa’da inşa ettirerek vakfettiği cami, medrese, zaviye, imaret, aşevi, misafirhaneler ilk Osmanlı vakıfları olarak anılmaktadır.(19)

Orhan Gazi tarafından İznik medresesiyle yapılan mütevazı başlangıçla birlikte, vakıf sistemi bir devlet politikası olarak teşvik edilmiş kısa sürede bütün Osmanlı ülkesinde birçok medrese kurulmuştur.(20)

Osmanlı İmparatorluğu’nun küçük veya büyük hemen her yerleşmesinde önemli bir yer işgal eden vakıflar, şehir yerleşmelerinde daha fazla gelişmiş ve bu dönemde gerçekleştirilen faaliyetler açısından ön plana çıkmıştır. Başta padişahlar olmak üzere sadrazamlar, devlet adamları ve varlıklı kişiler, az veya çok gücüne göre vakıf yapmışlardır.

Osmanlı Devleti’nin yayılma sürecinde özellikle XV ve XVI. yüzyıllarda vakıflar yeni fethedilmiş yerlerin İslâmlaştırılmasında önemli rol oynamıştır. Sınır bölgelerine zâviyeler kurarak yerleşen, oralarda ticarî ve ziraî faaliyetlerde bulunan, ülke topraklarını genişletmek amacıyla bölgeleri kolonize eden sûfîleri ve diğer müslümanları bu vakıflar desteklemiştir. Bunun yanında diğer hayır kuruluşlarının da yine vakıflar yoluyla bölgeye götürülmesi iktidarları meşrulaştırıyor ve güçlendiriyordu. Böylece bir bakıma vakfın siyasal işlevi kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Zira cemaat karşısında adaletin teminatı olarak Osmanlı sultanları ve hânedan üyeleri, ayrıca müslümanların tamamı, vakıf yoluyla fakirlere yapılan yardımı ya da daha geniş anlamda bir insanın ihtiyacını gidermeyi insanî görevlerinin bir bölümü telakki ediyordu. Yılın en sıcak üç ayında İstanbul’dan geçenlere temiz kardan elde edilmiş su dağıtılması da Süleymaniye gibi muazzam bir hayrat sitesi inşası da insanların ihtiyaçlarının giderilmesine yönelikti. Bu anlamda yapılan her vakıf, bunlardan yararlananlar kadar kurucuların da bir şekilde ihtiyacını gidermiş oluyordu. Bu geniş hizmetler ağının sürdürülebilirliğini sağlamak için İslâm dünyasının şehirlerinde çeşitli ticarî binalar (kaysâriyye, funduk, han, bedesten), dükkânlar, gıda satış yerleri (masmat), üretim atölyeleri (şeker, sabun, nişasta, cam, dokumacılık, sepicilik vb.), hamamlar ve kahvehaneler tesis edilmiş, değirmenler, fırınlar, yağ sıkma makineleri (cendere) gibi mal varlıkları bağışlanmıştır. Vakfın gelir kaynakları arasında, hem kiralarla hem bahçe ve bostanlardan aynî ödemeler yoluyla gelir sağlayan tarım mülkleri de vardı. Buna bütünüyle köyler ya da köyün bir kısmını ve hânût, mezraa, çiftlik, Mısır’da rizka ahbâsiyye gibi tarım arazisi parçalarını da eklemek gerekir. Ayrıca hayvanlar, aletler, gemiler, hatta köleler gibi menkul mallar da vakfedilmiştir.(18)

Osmanlılar oluşturdukları vakıfları, büyük bir inançla ayakta tutma, geliştirme ve sürekli kılmaya önem vermiştir. Osmanlı devleti, bazı müesseselerde olduğu gibi vakıf konusunda da kendinden önceki devletleri örnek almıştır. Daha beylikler zamanında başlayan sistem, devletin siyasî ve malî gücünün artması ile paralel olarak gelişmiştir. Bizzat padişah veya saray mensupları tarafından kurulup yönetilen vakıflar, “Mazbut vakıflar” bir diğer ismi ile “Selâtin Vakıfları” olarak bilinir.

Özel şahıslar tarafından kurulan vakıflar ise Osmanlı’da önemli bir yere sahip olup mütevelliler tarafından yönetilmiştir. Özel şahıslar tarafından kurulan vakıfların denetimi kadılar tarafından yapılmaktaydı. Her kadı kendi bölgesindeki vakıfları emrindeki müfettişlere teftiş ettirir, bazen de bizzat kendisi teftiş ederdi. Yıldırım Bayezid zamanında şahıslar tarafından kurulan vakıflar ise “müfettiş-i ahkâm-ı şeriyye” tayin edilerek teftiş ettiriliyordu. On sekizinci yüzyıldan itibaren vakıf kurumlarının çözülmeye başlamış olduğu görülür. Zira devletin doğrudan müdahaleleri ve belediye düzenikarşısında kent düzeni, giderek güçleşen sorunlarını çözmede yeterli olamamıştır.(21)

Kent toplumunun ve kurumlarının, toplumsal ve ekonomik değişimin en önemli tarihi olan 1839 tarihinden (Tanzimat Fermanı’nın ilanı) sonra külliye, Osmanlılar için yeni olan kamu binası anlayışına doğru kaymıştır. Sadece cami ve türbeler, bu dönemde vakıf kurumunun mimari aktarıcısı olarak kalmıştır.(21)

2.2.1. Osmanlılarda Vakıf Yönetimi

Osmanlı memleketlerinde her vakıf, ayrı bir birim halinde bir erkek ya da kadın nâzırın denetiminde bir mütevelli veya mütevelliler tarafından yönetiliyordu. Son asırlarda vakıf yöneticiliği meslek haline gelmiş, giderek merkezîleşmiştir. Sadrazamlık, şeyhülislâmlık, Haremeyn vakıfları müfettişliği, Dârüssaâde ağalığı gibi makamlara bağlı vakıfların sayısı artmıştır. Esasen devletin kadılar vasıtasıyla vakıflar üzerinde genel bir denetimi vardı. Selâtin vakıflarının bazı mahallî mütevellileri ve nâzırları çoğunlukla karar verme yetkisini taşısalar da Osmanlı Devleti bunların üzerinde XV. yüzyıldan itibaren bir tür merkezî denetim uygulamıştır. Devlet belli zamanlarda denetimini diğer vakıflara da yaymak için girişimlerde bulunmuştur. Kısmen III. Selim’in reformları sırasında, fakat daha çok II. Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasının ardından hükümdarlar önemli vakıfların denetimini ele geçirmiştir. Bu hususta merkezî hükümetin ilk çözümü 1826 Ekim ayında Evkāf-ı Hümâyun Nezâreti’ni kurmak olmuştur. Bu nezâret takip eden yıllarda tedrîcen sadârete, meşihata, reîsülküttâblığa, Haremeyn evkafı müfettişliğine, kaptan-ı deryâlığa, Dârüssaâde ağalığına bağlı zengin vakıfların idaresini üstlenmiştir. Tanzimat’la birlikte vakıfların ve bunların ana mallarının idaresini düzenleyen mevzuat genişletilmiştir. Devletin hangi ölçüde vakfın denetimine müdahale yetkilerini kullandığını belirlemek zordur. Fakat XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin ve Jön Türkler rejiminin vakıfların yönetimini bütünleştirmeye yönelik bir alt yapıyı yavaş yavaş yerleştirdiği tartışılmaz bir gerçektir. 1921’de kurulan Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti 3 Mart 1924’te kaldırılmış, Vakıflar İdaresi Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet teşkilâtıyla bütünleştirilmiştir. (18)

2.2.2. Osmanlılarda Vakıf Çeşitleri

Osmanlı Devleti’nde vakıflar ülkenin ekonomik ve sosyal hayatında son derece önemli bir role sahip olmuş; Devlet, eğitim, sağlık, sosyal yardım, şehircilik, belediye ve bayındırlık gibi kamu hizmetlerini vakıflara gördürmüştür. ( 22)

Vakıflara bırakılan hizmetlerin görülmesi amacıyla özel kişiler yanında, başta padişah olmak üzere diğer devlet büyükleri de vakıflar kurmuş; vakıflar vergi bağışıklıkları ve başka yollardan devletçe de desteklenmiştir. Öyle ki XVIII. yüzyılın sonları ile XIX. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’ndeki taşınmaz malların büyük bir kısmının vakıfların elinde bulunduğu; toplam taşınmazlar içinde vakıfların payının dörtte üç oranına ulaşmış olduğu söylenmektedir (23)

2.2.2.1. Gördükleri Hizmet Bakımından Vakıflar

Vakıfların gördükleri hizmet bakımından çeşitliliklerinin değerlendirmesini yaparken bu vakıfları üç kısma ayırabiliriz:

  • Dini
  • İçtimai (Sosyal)
  • İktisadi (ekonomik)

Dini Hizmetler Bakımından Vakıflar:

Vakıflar, sadece maddi sıkıntı içinde bulunan fakirlere yardım, yol, cami, köprü, tekke vs gibi hayra sebep olan müesseseleri yapmakla kalmamış, aynı zamanda gayr-i müslimlerin (müslüman olmayanların), müslüman olmalarına, müslüman olanlara da çeşitli imkanlar hazırlamaya varıncaya kadar her sahada onlara hizmet götürmekte idiler. (2)

İçtimai (Sosyal) Hizmet Bakımından Vakıflar:

Vakıf müessesesinden yararlanmak suretiyle bir çok kişi vakıf biçiminde hastaneler, şifa evleri, imarethaneler, hanlar, hamamlar ve kervansaraylar kurmuşlardır. Yardım vakıfları toplumda bir çok kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde, örneğin, okul, kütüphane, cami, mescit, imarethane, kervansaray, misafirhane, hamam, kabristan, hastane, dispanser, darülaceze, yol, köprü, liman, çeşme, kuyu, orman ve spor sahası benzeri tesisler fakirlere yemek yedirilmesi gibi, çok önemli roller üstlenmişlerdir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, devlet fonksiyonlarından siyasi nitelikte olan ve otoriteye ihtiyaç gösteren vatan savunması ile kamu güvenliği gibi hizmetler hükümet eliyle yürütülmüş; bunun dışında kalan geniş alandaki kamu hizmetleri ise yardım vakıfları aracılığı ile yerine getirilmiştir. Bu tesislerin bazılarından toplumun bütünü, bazılarından ise yalnızca düşük gelirli ihtiyaç sahipleri yararlanmışlardır.(24 )

İktisadi (Ekonomik) Hizmet Bakımından Vakıflar:

Toplumda, fertlerin maddi sıkıntılarını ortadan kaldırmaya çalışan vakıfların cemiyet bünyesinin gerektirdiği yeni müesseselerin kurulmasında da hizmet üstlendikleri görülmektedir.Nitekim bu maksatla kurulan hanlar, çarşılar, arastalar vs. gibi ticaret merkezleri, bütün söylediklerimizi doğrular mahiyette olan müesseselerdir. (2)

2.2.2.2. Çeşitleri Bakımından Vakıflar

Osmanlı uygulamasında vakıfların birçok çeşidini bulmak mümkndür.Bunları kendi aralarında kısımlara ayırabiliriz(2):

  • Menkul ve gayrimenkul oluşlarına göre vakıflar:
    1. Menkul (taşınır) oluşları bakımından vakıflar (çiftlik, kütüphane vb)
    2. Gayrimenkul oluşları bakımından vakıflar (tarla, arsa, ev, dükkan vb)
  • Mahiyet Bakımından Vakıflar:
    1. Hayrî vakıflar; Bütün insanlar veya fakirlerin doğrudan veya dolaylı yararlandığı vakıflardır.
    2. Zürrî (ehlî, evlatlık) vakıflar: Kendi zürriyetinden gelenlere de bir miktar mal bırakmak veya kendilerine miras kalacak malı dağıtmamak için vâkıfın mülkünü kendi soyundan gelenlere tahsis etmesidir.Daha ziyade son asırların düşüncesi olarak Mısır’da ortaya atılan bu görüş, Osmanlı Devleti’nde pek iltifat görmemiştir. (7)
    3. Avarız vakıflar: Avarız arızanın çoğuludur.Yangın, deprem, sel, hastalık, ölüm ve zaruret gibi hallerde bir köy veya mahalle sakinlerinin acil ve mübhem ihtiyaçlarına sarf edilir.
  • Mülkiyet Bakımından Vakıflar:
    1. Sahih vakıflar: Vakıf yapma ehliyet ve yetkisine sahip bulunan bir kimsenin, kendisine ait olan malları (mülk) vakfetmesidir.
    2. İrsadî vakıflar: İrsad bir şeyin dikkat ve ehemmiyetle gözetilmesi demektir.İrsadi vakıfların konusu sadece aslı haracî arazi olan beytü’l-mala ait mîrî arazinin gelirleri teşkil ettiğinden, irsadi vakıf denince arazi vakfı akla gelmektedir.Devlet hazinesine ait olan bir arazinin, mülkün menfaatinin veya tasarruf hakkının veya her ikisinin birden padişah veya onun izni ile başkası tarafından önemli bir gayeye tahsis edilmesidir.
  • İdaresi Bakımından Vakıflar:
    1. Mazbut vakıflar: Doğrudan doğruya devlet tarafından idare olunan vakıflardır:
      1. Selâtin vakıfları: Sultanlar ve bunlara mensub kimseler, yani hanedan mensupları tarafından kurulan vakıflardır.Bu vakıflar ya devlet başkanı veya onun adına bir memur tarafından idare edilirlerdi.
      2. Mütevellisi kalmayan vakıflar: Mütevellili,ği, vâkıfın evlat ve torunlarına bırakılmış olup, sonradan bunların nesillerinin tükenmesinden dolayı yönetimi devlete geçmiş vakıflardır.
  • İdaresi Mazbuta (zaptedilen) vakıflar: Vakfiyeleri gereğince mütevelli olarak tayin edilen kimseler mevcut oldukları halde, bunlara belli bir maaş bağlanmak suretiyle vakıf işlerine müdahale ettirilmezler.Bu vakıfların yönetimi devlet eliyle gerçekleştirilir.
  1. b) Mazbut olmayan vakıflar:

i   Mütevellileri tarafından müstakil olarak idareedilmekle beraber devlet kontrolüne tabi bulunan vakıflardır.Bu neviden vakıfları nezaret ve kontrol hükumete aittir.Bununla beraber bu denetleme dışarıdan değil, içeriden bir organ vasıtasyıla olmaktadır.

  1. Müstesna vakıflar: Doğrudan doğruya özel mütevellileri tarafından serbestçe yönetilen vakıflardır.Devlet, amme velayetine dayanarak umumi hükümler dairesinde ve kadılar vasıtasıyla denetlemeyi yapabilir.. Bu vakıflar da iki çeşittir:
  1. Eizze vakıfları: Eizze azia kelimesinin çoğuludur. Aziz ise abid, zahid ve kerameti zahir olan zat demektir. Özellikle yetişkinlerin eğitiminde büyük ölçüde söz sahibi olan bu zatlara tahsis edilen toprakların veya bu kişilerin özel mülkleri olan gayri menkullerin vakıf yapılmasıyla meydana gelen vakıflardır.
  2. Guzât vakıfları: Savaşlarda, düşmana karşı koyup büyük başarı elde eden, barış zamanında da iç huzur ve asayişi sağlamak suretiyle devlet ve millete büyük yardımları dokunan kahraman ve nüfuzlu gazilere tahsis edilen toprakların, genellikle bu kişiler tarafından vakıflaştırılması ile ortaya çıkmış bulunan vakıflardır.
  3. Kiraya Verilmesi Bakımından Vakıflar:

Vakıf mallarının kiraya veriliş şekillerine göre kısımlara ayrılan vakıflardır.Belli bir süre ile kiraya verilen malları olan vakıflar, Kiracıları varislerine devreden vakıflar, arsası vakıf olmakla birlikte üzerindeki mülklerden (ağaçlar vb.) kira alınan vakıflar, kira toplanması esasına göre adlandırılan vakıflar vb. Bu sınıfta kabul edilebilirler.(2)

 

 

 

  1. BÖLÜM

OSMANLI SAĞLIK VAKIFLARI HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME

                                                                    

3.1.OSMANLI SAĞLIK TEŞKİLATLANMASI

Osmanlı İmparatorluğu, geniş bir coğrafyada uzun bir süre varlığını koruma vasfını; askeri gücü ve merkezi otoritesinin yanında, devlet için gerekli kurumları kurarak sağlamıştır. Ülkenin savunma, imar, hukuk ve din işlerini yürüten müesseselerine ilaveten, devlet ile saray mensuplarının sağlık işlerini devrin imkânları ölçüsünde yürüten temel kuruluş olarak “Hekimbaşılık” kurumu karşımıza çıkmaktadır. (25 )

Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet yönetimi içerisinde sağlık alanındaki en yüksek mevki olan Hekimbaşılık Kurumu, devletin sağlık işlerini düzenleyen ve başta hekim olmak üzere ülkenin sağlık personelini atama yetkisine sahip bulunan resmi bir örgüttür. Tarihte vücut bulmuş İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da, devletin bütün sağlık işlerini yürüten Hekimbaşılık Müessesesi’nin Osmanlı Devleti’nde hangi tarihten itibaren yerleştiği konusunda net bir tarihsel belgeye rastlanmamasının yanında, Osmanlı padişahları ile hekimler arasındaki bu bağlamdaki ilişkiler XV. yüzyıldan itibaren izlenebilmektedir.(26 )

Orhan Bey’den II. Bayezid’e kadar geçen süreçte, sağlık konusunda otorite kabul edilen saray hekimlerinin bulunduğu bilinmektedir. Ancak bu hekimlerin kapsamlı bir sağlık örgütünün veya alanında hizmet veren bir kurumun başındaki hekimbaşı değil, hükümdar ve ailesinin tedavilerini üstlenen saray hekimleri oldukları yönünde yaygın bir kanaat vardır. Genel anlamda sağlık hizmetlerinin örgütlenmesi ve bu örgütlü yapının yönetimi ile de yükümlü ilk hekimbaşıya (Mehmet Muhyiddin İzmiti) II. Bayezid döneminde rastlanmaktadır. Böylece saray hekimliği gibi bireysel bir görev, yerini devlet örgütü içinde kendine yer bulan hiyerarşik bir yapıya bırakmıştır. (27)

XIX. yüzyıl ortalarına kadar ülkenin sivil ve askeri sağlık işlerinden sorumlu kişi olarak görev yapan Hekimbaşılar, eğitimlerini klasik Osmanlı medreselerinde tamamlamış ilmiye sınıfına mensup kişiler olarak çoğu zaman medreselerde ve darüşşifalarda müderrislik görevi de yürütmüşlerdir. (28.)

XIX. yüzyıl öncesi Osmanlı Devleti’nde sağlık alanında yetki ve sorumlulukları dolayısıyla önemli bir yere sahip olan hekimbaşılar, hekimliğin ve sağlık işlerinin yürütülmesi kadar, bu alanda yetişen insanların eğitim ve denetlenmesinden de sorumluydular. Ülkedeki serbest tabip, cerrah ve eczacı gibi sağlık personelinin imtihana tabi tutularak görevlendirilmesi, teftiş ve kontrolleri de hekimbaşının denetimi altında gerçekleştirilmiştir. ( 29)

XVI. yüzyılda Mehmed Muhyiddin İzmiti ile başlayan ve XIX. yüzyılın ortalarında Abdülhak Mola ile sonlanan üç yüz elli senelik dönemde, kırk iki kişi hekimbaşılık görevinde bulunmuştur. Hekimbaşılık müessesesinin tesisinden itibaren ehliyetli kişilerin bu makama getirilmesine dikkat edilirken, hemen her sahada çözülmenin görüldüğü XVIII. yüzyılın sonlarında bu makama da yeteneksiz kişiler getirilmiştir. Dolayısıyla bu kurum giderek işlevini yitirmeye başlamıştır. (30)

1837’de Bab-ı Seraskeri Harbiye Nezareti’nde Sıhhiye Dairesi’nin oluşturulmasıyla birlikte, bir kişide toplanan sağlık yönetim gücü kurumsal bir yapıya devredilmiş ve hekimbaşının yetkileri kısıtlanmıştır. 1839 yılında Tıbbiye Nezareti’nin kurulmasıyla da, hekimbaşının sağlık alanını kapsayan tüm yetkileri bu kuruma devredilmiş ve hekimbaşının görevleri saray hekimliği ile sınırlandırılmıştır. 1850’de Sultan Abdülmecid’in emriyle Hekimbaşılık Müessesesi tamamen kaldırılmıştır.(25)

Osmanlı İmparatorluğu’nda sağlık hizmetlerinin sunumunda karşımıza çıkan Hekimbaşılık Müessesesi’nin, bütün sağlık sorunlarının çözümüne yönelik yetki ve sorumlulukları elinde toplanmasına rağmen, sıhhi problemlerin çözümünde daha ziyade vakıfların çok etkin görevler aldığı görülmektedir. Bu bağlamda vakıflar, Osmanlı toplumunda kamu işlerinin birçoğunu yerine getirirken, sağlık hizmetlerinin sunumunda da bir sağlık teşkilatı gibi çalışmış ve yönetsel bir kimlik kazanmıştır. (31)

Osmanlı devlet yönetiminde, halkın geneli için düzenli bir devlet politikası olarak sağlık hizmetleri örgütlenmesinden söz etmek pek mümkün değildir. Var olan sağlık kuruluşlarının hemen hepsi, kişisel girişimler ya da vakıflar tarafından örgütlenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda XIX. yüzyıla gelinceye kadar, devrin bilim, kültür, iletişim ve ulaşım özellikleri dikkate alındığında bütünleşmiş bir sağlık örgütlenmesinin olmamasıyla birlikte (27),  Osmanlı pratik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik uygulamalı bilim müesseselerinin yanında sağlık hizmetleri sunan müesseselerde yer almıştır. Genellikle “darüşşifa”, “şifahane” veya “bimaristan” olarak adlandırılan bu müesseseler sağlık hizmeti vermelerinin yanında aynı zamanda tıp eğitimi verme fonksiyonunu da üstlenmişlerdir. (32)

Türk-İslam medeniyetinde, özellikle de Selçuklu ve Osmanlılarda, vakıf geleneği içerisinde kurulan, hastaların kim olduklarına bakılmaksızın ve hiçbir karşılık beklemeden tedavi edildikleri, pratiğe ve gözleme dayanan sağlık hizmetlerinin verildiği sağlık ve eğitim kurumlarına “Darüşşifa” adı verilmiştir. Bu yapılar fonksiyonlarına uygun şekilde, halk sağlığı hizmeti ve tıp eğitiminin sürdürülmesini sağlayan yerler olarak iki ana işlev gerçekleştirmişlerdir.

Osmanlı Devleti, Selçuklulardan devraldığı darüşşifaların işlevlerini devam ettirdiği gibi, yeni tesis ettiği darüşşifaların işleyişi ile ilgili yönetmelik mahiyetinde vakfiyeler tanzim ederek bu kuruluşların devamlılığını sağlamıştır. Devletin katkısı olmaksızın vakıf gelirleriyle işleyen darüşşifalar, vakıf müessesesinin toplumsal bir yardım ve hayır kurumu olma özelliğini taşımasının yanı sıra sıhhi müesseselerinde kaynak kurumları olmuşlardır.(33)

Bu bağlamda vakıflar bünyesinde faaliyet gösteren darüşşifa gibi kurumlarda hastaların muayene ve tedavilerinin ücretsiz olarak yapılması, vakıfların toplum geneline yönelik bir sağlık sigortası sistemi oluşturması olarak yorumlanabilir.(34 )

Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu XIII. yüzyıldan XIX. yüzyıla gelene kadar vakıfların darüşşifa kurarak yerine getirdikleri sağlık hizmetlerine ek olarak,  padişah ve yakınlarının hayra yönelik inşa ettirdikleri darüşşifalar ve şifa evlerinde de halkın sağlık ihtiyaçları karşılanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda, XIV. yüzyılda Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan “Bursa Darüşşifası”, 1470’de Fatih Külliyesi’nin tamamlanmasıyla birlikte faaliyete geçen “Fatih Darüşşifası”, dünya sağlık tarihinde hastane mimarisi ve akıl hastalarını tedavi yöntemiyle önemli bir yeri olan “Edirne II. Bayezid Darüşşifası”, Kanuni Sultan Süleyman tarafından annesi Hafza Sultan namına XVI. yüzyılda yaptırılan “Manisa Hafza Sultan Bimarhanesi”, Kanuni Sultan Süleyman tarafından inşa ettirilen “ Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi” XIX. yüzyıl öncesinde karşımıza çıkan önemli sağlık yapılarıdır.  Osmanlı darüşşifaları, devamlılıklarının sağlanması için müstakil birer bina olarak değil, daha ziyade külliyelerin birer birimi olarak inşa edilmişlerdir. Bu zihniyetin kendini gösterdiği önemli yapılardan olan Süleymaniye Külliyesi de, eğitim, sosyal ve sıhhi ihtiyaçların karşılanmasına yönelik oluşturulan, darüşşifa, tıp medresesi, eczane, tabhane (dinlenme yeri), misafirhane, imarethane ve medrese bölümleriyle hizmete sunulmuştur. Aynı zamanda Süleymaniye Tıp Medresesi için vurgulanması gereken önemli bir nokta da, daha önce darüşşifalarda yapılan tıp öğretiminin, bu medresenin kurulmasıyla müstakil bir hüviyete kavuşmuş olmasıdır.(35)

Süleymaniye Külliyesindeki tıp eğitiminin, teorik kısmının medresede, pratik kısmının darüşşifada olmak üzere birlikte yürütülmesi, çağını aşan bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Öyle ki, öğrenci tatbiki eğitimini, almış olduğu teorik eğitimden hemen sonra gerçekleştirme imkânına sahip olmuştur.(36). Böylece Süleymaniye Tıp Medresesi ve Darüşşifası, tıp eğitiminin ve hizmetinin beraber verildiği bir bütünün iki parçasını oluşturmuştur.(37)

Tıp sahasında bir köşe taşı olma özelliği taşıyan Süleymaniye Tıp Medresesi, sağlık alanında ciddi çalışmalarda bulunacak isimlerin yetiştirilmesinde de önemli rol oynamıştır. Bu noktada, Süleymaniye Tıp Medresesi’nde eğitim gören ve XIX. yüzyılın önemli tabiplerinden olan Şani-zade Ata’ullah Efendi, sağlık alanında yapmış olduğu çalışmalarla ön plana çıkan bir isimdir. Şani-zade Ata’ullah Efendi’nin ilk kez hiçbir geleneksel kaynağa atıfta bulunmadan tamamen Batı kaynaklarına dayalı olarak yazmış olduğu “ Hamse-i Şani-zade” adlı fizyoloji, patoloji, cerrahi, farmakoloji ve anatomi olmak üzere beş bölümden oluşan eseri, Osmanlı tababeti açısından önemli bir yere sahiptir.(38)

Süleymaniye Darüşşifası gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda hayra yönelik kişisel girişimler sonucu inşa ettirilen ve vakıflar tarafından desteklenen darüşşifa yapıları, XIX. yüzyıla gelinceye kadar ülkenin temel sağlık kurumları olarak varlık göstermişlerdir.(33 )

XIX. yüzyıl öncesinde halkın sağlık ihtiyaçlarını karşılamada darüşşifa gibi toplumsal niteliği olan kurumsal yapılar dışında, hekimbaşı tarafından mesleğini serbest olarak icra etmesine izin verilen hekimler, “tıbbi dükkân” denilen muayenehanelerinde halka sağlık hizmeti sunmuşlardır. Mesleki yeterliliği hekimbaşı tarafından kabul gören serbest hekimler aynı zamanda eczacılık yapma hakkına da sahip olmuşlardır.(26)

Osmanlı da bu şekilde çalışan hekimler, “gedik usulü” denilen bir uygulamaya tabi tutulmuşlardır. Hekimlik ve eczacılık gibi daha çok serbest meslek icrasına dayanan sağlık hizmetlerinin dengeli dağılımını sağlamak ve bu hizmeti sunanların dengeyi bozacak kendi aralarında oluşabilecek haksız rekabetini önlemek için sağlık otoritesince (hekimbaşı) belirlenen bir plan dâhilinde izin verilmesi anlamına gelen “gedik sistemi”, XIX. yüzyılın ortalarına kadar uygulanmıştır.(27)

Bu süreçte, tıbbi dükkânlar dışında “ fıtıkçı karhanesi”, “frengi dükkânı” ve “çıkıkçı dükkânı” gibi çeşitli hastalıkların tedavileri için açılan dükkânlar, halkın yararlandığı sağlık hizmetleri kapsamında yer almıştır. Basit donanımlı bu tür tabip dükkânları, 1867’de “Sivil Tıp Okulu”nun kurulması ve mezunlarını vermesinin ardından giderek önemini yitirmeye başlamış ve yerini Avrupa’da uzmanlık eğitimi görmüş hekimlerin çağın gereklerine uygun açtığı muayenehaneler almıştır.( 26)

İmparatorluk genelinde sağlık sistem ve uygulamalarının değişeceği XIX. yüzyıla gelinceye kadar bu hizmetlerin sunumu için gerekli hekim temininde ise çeşitli kaynaklardan yararlanılmıştır. Bu kaynakların başında darüşşifalarda usta-çırak usulünde, tıp medreselerinde eğitim alarak veya özel hocalardan ders alma şeklinde hekimlerin temin edilmesi gelmektedir.(39)

Osmanlı hekimlerinin İslami geleneklere bağlı olarak, darüşşifalarda veya özel muayenehanelerdeki hekimlerin yanında usta-çırak ilişkisi içerisinde yetiştirilmesi şüphesiz, geniş bir coğrafyada hüküm süren imparatorluğun hekim ihtiyacını karşılayacak nitelikte değildi. Nitekim bu ihtiyacın karşılanması ve ülke geneline hekim vasıtasıyla sağlık hizmeti götürülebilmesi ancak XIX. yüzyılda tıp okullarının açılmasıyla sağlanabilecektir.

Hekim ihtiyacının giderilmesinde yararlanılan kaynaklar arasında, Mısır, Suriye, İran, Irak gibi Doğu merkezlerinde eğitim alarak Anadolu’ya dönen hekimler de yer almıştır.( 26)  Aynı zamanda halk, şifa arayışları doğrultusunda üfürükçü, efsuncu ya da falcı gibi bilimdışı yaklaşımlara da başvurmuştur. Bu geniş yelpazedeki “şifa dağıtıcılar”, sağlık hizmetlerinin devlet eliyle götürülmeye ve modernleşmeye başlayacağı XIX. yüzyılın ortalarına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.(40)

Genel olarak ülkenin tamamını kapsayacak bir sağlık teşkilatının kurulmaya başlanacağı XIX. yüzyıla gelinceye kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir yandan darüşşifalarda hastaya hizmet paralelinde sağlık faaliyetleri yürütülürken, diğer yandan serbest çalışan hekimler kanalınca sıhhi hizmetlerin verilmesine devam edilmiştir.

Ancak imparatorluğun çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olması, halk sağlığına yönelik uygulamaların kapsamını daraltmış, sağlık hizmetlerinin üretim ve sunumunu da yetersiz kılmıştır. Bu noktada, daha planlı ve bilinçli bir sağlık politikası ortaya konamamıştır. Bu yöndeki ihtiyacın giderilmesi ise; XIX. yüzyılda devletin modernleşme çabaları doğrultusunda sağlık alanında yapacağı çalışmalarla gerçekleştirilecektir.

XIX. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde sağlık alanında önemli adımların atıldığı bir dönem olmuştur. Bu yüzyıla kadar olan dönemde Osmanlı yönetiminin sağlık konusunda sistemli, günümüzde anlaşıldığı şekilde bir hizmet politikası ve uygulamalarına sahip olduğundan söz etmek mümkün değildir. İdari örgütlenmenin saray merkezli ve askeri olmasına paralel olarak, devlet eliyle yürütülen sağlık hizmetleri de daha çok saraya ve orduya yönelik olmuştur.

Devletin sağlık işlerini düzenleyen, tabip, cerrah ve diğer sağlık personelini görevlendirme yetkisini elinde bulunduran “Hekimbaşılık Kurumu”ndan başka resmi bir örgüt bulunmayan Osmanlı Devleti’nde yaygın kitleler, genellikle serbest çalışan tabip ve cerrahlardan ücret karşılığında hizmet almışlardır. Bunun yanında, padişah ve yakınlarının hayra yönelik kurduğu hastane, şifa evleri ve vakıflar aracılığıyla bir kısım sağlık hizmetleri verilmişse de yaygın olan hizmet biçimi özel hizmetlerdir. Gerek devlet gerekse hayır kurumlarınca sunulan bu hizmetler ise; İstanbul, Bursa, Edirne, Kayseri ve Selanik gibi büyük kentlerle sınırlı kalmıştır.(41)

Batı ile başlayan yeni ilişkiler doğrultusunda Osmanlı’nın Batı’ya yönelişi, devlet eliyle götürülen sağlık hizmetlerinin saray ve ordu ile sınırlı olan kapsamını genişletmiş ve yaygın kitlelere de hizmet götürme anlayışının ilk adımlarının atılmasını sağlamıştır. Bir yandan 1827 yılında Tıphane-i Amire adlı tıp okulunun açılması gibi bilimsel gelişmeler yaşanırken öte yandan devletin sağlık hizmetlerine olan ilgisi artmaya başlamıştır. Böylelikle halkın sağlık sorunlarına karşı yaklaşım değişikliğiyle beraber sağlık alanındaki hizmet konularında çeşitlenme ve sayısal artışlar görülmüştür.(42)

XIX. yüzyıl süresince Osmanlı Devleti, sağlık alanında yeni idari yönelimlere gereksinim duymuş, yeni yetkiler, sorumluluklar ve görevler belirlemiştir. Devlet’in sağlık işlerini düzenlemek amacıyla yasa, tüzük ve yönetmelikleri yürürlüğe sokması devlet-sağlık ilişkisi yönünden en başta vurgulanması gereken noktalardan biri olmuştur. Böylece Devlet, yasal düzenlemeler aracılığıyla sağlık faaliyetlerine yön ve biçim vermeye başlamıştır. (43)

Tanzimat ilanıyla ile gelen değişim, bütün kurumlarda olduğu gibi sağlık alanında da kendisini göstermiştir. Osmanlı Devleti’nde Adem-i Merkezi bir yapı olarak işleyen sağlık uygulamaları kısmen özerk yapıda olan vakıflar aracılığıyla işlerken, 1839’da “Tıbbiye Nezareti”nin teşekkül edilmesiyle sağlık hizmetlerinin merkezileşmesinde ilk aşama gerçekleştirilmiştir.(44)

Eğitim işleri dahil olmak üzere bütün sağlık uygulamalarını tek elde toplama girişimi Tıbbiye Nezareti’nin kurulmasıyla gerçekleştirilmeye çalışıldı. “Hıfz-ı sıhhat” in alanına dahil olan her türlü uygulamanın söz konusu nezaretin denetiminde yapılmasına gayret edilmiş, çıkarılan nizamnameler ile başta askeri alan olmak üzere tebaanın tıbbi işleri bir nizama bağlanarak, özellikle “Tıbbı Kadim” (Tıp eğitimi almayan ya da Mektebi Tıbbiye’den izini olmayarak halkın sağlık işlerine müdahale eden kişiler) üzere iş gören ve halk sağlığına tehlike oluşturabilecek bütün uygulamalar merkezileşen sağlık uygulamaları ile ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.(45)

Tebaanın sıhhi ihtiyaçlarını belirleme ve düzenlemeye yönelik bu ilgi, merkezi elitin tebaası ile daha yakın ilişki kurma isteğinin doğal bir sonucu olmuştur. Tıbbiye Nezareti’nin kurulması gibi bir hamle, modernleşen sağlık hizmetleri kapsamında Hekimbaşılık Kurumu’nun işlevini ortadan kaldırmış, sağlıkla ilgili kanun, tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılması, halk sağlığı ile ilgili gözetim ve denetiminin yapılması işi Tıbbiye Nezareti’ne devredilmiştir.(1850) Tıbbiye Nezareti’nin kurulmasıyla başlayan sağlık işlerinin devlet katında yer almasının yeni süreci, değişik idari düzenlemelerle en son 1915’te “Dâhiliye ve Sıhhiye Nezareti” biçiminde Cumhuriyet’e kadar sürmüştür.(43).

Diğer taraftan XIX. yüzyıla gelene kadar bir belediye teşkilatından yoksun olan Osmanlı şehirlerinde, sosyal hizmetler, vakıflar aracılığıyla yürütülmüştür.( 46). Fakat Osmanlı Devleti’nde yeni savaş organizasyonuna geçilmesiyle modern ordunun tesis edilmesi ve büyük miktarda askerin sağlık sorunlarına acil çözüm bulma ihtiyacı, kurumsal ve profesyonel bir sağlık teşkilatı kurulmasını gerektirmiştir. Bunun yanında salgın ve bulaşıcı hastalıklar, sadece nüfusun olumsuz yönde etkilenmesinde değil aynı zamanda devletin önemli bir gücünü oluşturan vergi ve asker kaynağı noktasında da güçsüz duruma düşmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla Osmanlı Devlet’i kendisini tebaanın sıhhatini temin ederek nizam sağlamak zorunda hissetmiş ve bu durum yeni idari örgütlenmelerin gündeme gelmesini sağlamıştır.

Bu anlamda XIX. yüzyılın ortalarından itibaren, yürütülen yenileşme hareketlerine bağlı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda belediyelerin kurulmaya başlamasıyla bu kurumların sağlık alanında görev alması olgusu da başlamıştır.İlk belediye örgütü, yürütülen yenileşme hareketlerine bağlı olarak 1855’te “Şehremaneti” adıyla İstanbul’da kurulmuştur.(47)

Osmanlı sağlık sistemini, günün gereksinimlerine uygun hale getirmek için girişilen süreçte, Tıbbiye Nezareti tarafından 1861 yılında “Tababeti Belediye İcrasına Dair Nizamname” hazırlanmıştır. On yedi maddeden oluşan nizamname, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahaneden diploma almadan doktorların çalışamayacakları, yabancı ülkelerden gelen doktorların diplomalarını Tıbbiye’ye onaylatmadan tababet icra edemeyecekleri, nizamnamenin ilanından önce İstanbul’da mesleklerini icra eden doktor ve cerrahların diplomalarını Tıbbiye-i Şahane’ye onaylatmaları, taşrada görev yapan doktorların diplomalarını Tıbbiye Nezaretine göndermeleri, doktor yada cerrahların ilaç satmamaları ve bu görevin resmi olarak açılmış eczaneler tarafından yürütüleceği, ebe kadınların fen dışı uygulamalarla doğuma müdahale etmemeleri, nizamnamede belirtilen hususları dikkate almayarak çalışanlara para ya da hapis cezalarının uygulanacağı, Tıbbiye Nezareti’nin, nizamnameyi bir yıl içinde uygulamaya koymakla ve diplomalı hekim bulunmayan yerlere hekim temininden sorumlu olmakla yükümlü olduğu belirtilmiştir.(48)

Osmanlı yönetimi, sağlık çalışanlarının çalışabilme şartları ve görevlerinin belirlendiği bu nizamname ile ülkedeki sağlık personelinin (ebe ve hekimler) sayısı ve kimliği hakkında bilgi edinmek istemiş, hekim ve ebelerin eğitim ve çalışmalarını kayda geçirerek uzun süredir mesleki ehliyetten yoksun ve nitelikleri belirsiz olarak çalışanların, belli bir denetim altına alınmasını sağlamayı amaçlamıştır.

Ülkedeki sağlık hizmetlerinin teşkilatlanması açısından bu girişim tarihsel yönden son derece önemlidir. Bu dönemde devletin taşraya götürmek istediği sağlık hizmeti, kurumsal bir olgu olmaktan çok, bireysel, daha açık bir ifadeyle “hekimlik” olgusudur. Taşraya sağlık elemanları ve sağlık yapılanmasıyla ilgili bir “hizmet birimi” ulaştırma uygulaması henüz yoktur.

Sağlık hizmetlerinin hekim tayini şeklinde değerlendirilmesi, hekim sayısını çoğaltarak şehir ve kasabalara hekim görevlendirmek gibi bir hamleyi gerektirecektir. Bu durum Osmanlı’nın öncelikle hekim ihtiyacını karşılar sayıda hekim yetiştirmesini zorunlu kılmıştır. Dolayısıyla ilk önce hekim yetiştirmek, bunun içinde bu hekimlerin yetişeceği askeri tıp okulu dışında sivil nitelikte yeni bir okul açmak gerekmiştir. Böylelikle ülkede daha kapsamlı bir sağlık ağı kurmak için şehir ve kasabalarda görevlendirmek üzere hekim yetiştirecek sivil nitelikli ilk tıp okulu “ Mektebi Tıbbiye-i Mülkiye” 1866 yılında açılmıştır. (49)

XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin sağlık sorunlarına yönelmesi ve bu konuda kapsamlı arayışlara girmesi Tanzimat sonrası dönemde dikkat çeker biçimde yoğunluk kazanmıştır. Çeşitli alanlarda kendini gösteren devlet yapılanmasındaki yenilenme çalışmalarının bir örneğini de sağlık teşkilatlanması girişiminde görmek mümkündür.

Devletin sağlık politikaları kapsamında taşraya hekim yoluyla sağlık hizmeti ulaştırma amacının uygulanmasına yönelik olarak 1871 yılında çıkarılan, “İdare-i Umumiye-i Tıbbiye Nizamnamesi”  ile Sivil Tıp Okulu’ndan mezun olan hekimler,  “ Memleket Tabibi” adıyla vilayet ve kazalarda görevlendirilmiştir. Memleket tabiplerinden ilk olarak beklenen hizmet, klasik tedavi edici hekimlik anlayışından öte, dünya gelişmelerine paralel bir sağlık hizmeti anlayışıydı.

Memleket tabiplerinin görevlendirme şekillerinin ve yetkilerinin belirtildiği on altı maddelik nizamnamede, tabiplerin ücret almadan muayene yapmaları, tabiplerin maaşlarının görev yaptıkları bölgelerdeki belediyeler tarafından karşılanacağı, gerekçe göstermeden nizamname şartlarına uymayan tabiplerin görevden uzaklaştırılacakları, memleket tabiplerinin görev yaptıkları bölgelerde baş gösteren salgından mahalli hükümet yetkilisine bildirmeleri, salgın durumunda yapılacak harcamaların bağlı bulunulan belediye tarafından karşılanacağı, tabiplerin  görev yaptıkları bölgede inceleme ve düşüncelerini bir rapor halinde sunmaları, memleket tabibinin gerekli tıbbi tedbirlerin alınması konusunda yerel hükümet yetkilisini uyarma hakkına sahip olduğu, belediye eczanelerinin memleket tabiplerinin denetimi altında olacağı bildirilmiştir.(50)

Nizamname maddelerinden anlaşılacağı gibi Devlet, memleket tabiplerini görevlendirirken onlardan yalnızca tedavi edici hizmet değil, aynı zamanda koruyucu sağlık hizmetlerini de yürütmelerini beklemiştir. Devletin,  memleket tabipliğini büyük ölçüde koruyucu sağlık hizmeti çerçevesinde şekillendirerek teşkilatlanmaya gitmesi bu alandaki hizmetlerinin gelişimi açısından önemli bir adımdır.

Halk sağlığı ya da koruyucu sağlık hizmetlerinin böylelikle sistemli bir uygulama haline gelmesi planlanmıştır. Devletin, memleket tabipliğini önemli ölçüde koruyucu sağlık hizmeti anlayışı çerçevesinde şekillendirmesi, sağlık teşkilatının kurulması ile halk sağlığı hizmetleri arasında ciddi bir paralellik ortaya çıkarmıştır(42).

Memleket tabipliği uygulaması sonucu hekimlik mesleği ile devlet arasındaki ilişkide ortaya çıkan önemli bir olgu da, hekimliğin sistemli olarak artık bir devlet memuriyeti şeklini alıyor olmasıdır. Devlet, ülke genelinde resmi olarak hekim görevlendirirken aynı zamanda önemli maddi bir yükün altına girmiştir. Memleket tabiplerinin maaşı ve bazı harcamalarının bedellerinin ödenmesi gibi giderlerin karşılanmasında belediyeler yükümlü kılınmıştır.

Memleket tabipliği aracılığıyla gerçekleştirilen sağlık teşkilatlanmasında devlet, halkın sağlık sorunlarını çözümlemeye giderken sanki bir organizasyon görevi üstlenmekte, maddi harcamalara karışmamaktadır. Devlet’in sağlık sorunlarına karşı sorumluluk alma süreci zamanla başlamış ve devlet bu konudaki varlığını belirginleştirmiştir. 1888’ den itibaren memleket tabiplerinin maaşlarının doğrudan devlet tarafından ödenmesi bunun bir göstergesidir. Bu arada, görevdeki hekimlerin devlet memuriyeti sicilleri tutulmuş ve bu hekimler kaza, liva, vilayet tabibi ve müfettiş sınıfı olmak üzere dört sınıfa ayrılmıştır. Ayrıca ülkede sağlık teşkilatlanmasının yerleşmesiyle karşımıza çıkan bir başka önemli unsur da, hekimlere sistemli biçimde “Adli Tabiplik” görevinin verilmesidir. Tüm bunlar ileriki yıllarda ülkemizdeki sağlık hizmetlerinin taşra ve kırsal kesimdeki teşkilatlanmasında devamlı yer alacak olan uygulamalardır. (51).

Osmanlı idaresinin sağlık uygulamalarında istenilen sonuçları gereken düzeyde alamamış olması, bu konuda yeni girişimlere ihtiyaç doğurmuştur. Bu doğrultuda,  1882 yılında “İdare-i Sıhhiye Hakkında Rumeli Şarkiyeye Mahsusu Kanun Velayet” adını taşıyan ve kazalarda hekimlerin görevlendirilmesine ilişkin hükümleri içeren bir düzenleme yapılmıştır(26).

Hekim ve cerrahların görevlerinin belirlendiği on bir maddelik nizamnamede, her kazada bir tabip ve cerrahın bulunarak, aldıkları emir ve talimatı icra etmeleri hükmü yer almıştır. Kazalarda halkın sıhhatleri hakkında üç ayda bir rapor düzenleyip, kazada doğum, ölüm ve bulaşıcı- salgın hastalıklara yakalananların tespitinin yapılması istenmiştir. Kazaya gönderilen tabiplerin, mahalli idarenin genel sağlık denetimlerinde yardımcı olmaları görevleri arasına eklenmiştir. Kaza tabibinden, evine gelen fakir hastaları ücretsiz muayene etmesi ve hastaların acil ihtiyaçlarının yerine getirilmesi istenmiştir. Ayrıca kaza tabipleri, hastaların evlerine gidip, hastayı muayene etmede mecbur tutulmuşlardır. Kaza tabibinden, görevli olduğu kazaya bağlı köy sayısına göre üç ya da dört ayda bir genel muayenede bulunması istenmiştir. Kaza dahilinde gerektiğinde belediye ve mülki amirin emirleri doğrultusunda kaza tabibinin, gerekli muayene ve teftişi yapma zorunluluğu maddeler arasına eklenmiştir(52).

Nizamname maddelerine bakıldığında, diğer nizamnamelerde olduğu gibi devletin, taşraya hekim aracılığıyla hizmet götürme politikasını uygulamaya çalıştığı görülmektedir. Nizamnamede, halk sağlığı ve koruyucu sağlık hizmetlerinin bir bütün olarak ele alındığı ve devletin, taşrayı merkezileştirilen sağlık sisteminin içine dahil etme çabaları açıkça gözlenmektedir.

Osmanlı Devleti’nin, ülke çapında bir sağlık teşkilatı kurma ve taşraya sağlık hizmeti götürme politikaları kapsamında,  memleket tabibi uygulamasından yaklaşık kırk yıl sonra Devlet, hazırladığı “1913 Vilayeti İdareyi Sıhhiye Nizamnamesi”ile ülke geneline yayılacak bir teşkilatlanmayı daha iyi organize etmeyi hedeflemiştir.

Söz konusu yeni nizamnamede hizmet anlayışı yönünden çok fazla değişiklik olmamasıyla birlikte ilk dikkati çeken, “Memleket Tabipliği” unvanından vazgeçilip yerine “Hükümet Tabipliği” unvanının kullanılmasıdır. Hükümet tabipliği görevlerinin niteliği de değişmeden, büyük ölçüde aynı şekilde kalmıştır. İkinci nokta da; il merkezlerinde “ Sağlık Müdürlükleri”nin kurulmasıdır. Böyle bir uygulamayla başta koruyucu ve çevre sağlığı hizmetleri olmak üzere il genelinin tüm sağlık işlerinden idari yönden sağlık müdürlükleri sorumlu tutulmuştur(53 ).

Nizamnamede belirtildiği üzere sıhhiye müdürleri, illerdeki sağlık işlerinin sorumlusu olarak bulundukları illeri senede iki defa olmak üzere teftiş etmekle görevli olmuşlardır. İl dahilindeki genel çiçek aşısının yapılması, fenni temizlik ve arındırmaların sağlanması, salgın hastalıkların önlenmesi, tecrithanelerin kurulması, doğum oranlarındaki artış yada azalmaların nedenlerinin araştırılması konularında sorumlu kılınmışlardır. Okul, hastane, darülaceze, han, otel gibi yerlerle, eczane, gıda imalathaneleri, fabrikalar ve belediyelerin temizlik hizmetlerinin ilgili yasa hükümlerine göre olup olmadıklarının teftişi ile hükümet etibbasına verilen her türlü malzemenin fenne uygun olarak korunmasının sağlanmasında görevlendirilmişlerdir.(54)

Sıhhiye müdürleri, amele sağlığının korunması için de görevlendirilmiş ve bu bağlamda illerdeki fabrikaların sağlık koşullarına uygunluğunu denetlemişlerdir. Yiyecek ve içeceklerin kontrolünü de yapan sağlık müdürleri, il içerisindeki tababet ve şuabatıyla (şube, kısım) ilgili kanun ve nizamların tamamıyla uygulanmasını denetlemekle yükümlüydüler. ( 54)

3.2.OSMANLI’DA SAĞLIK HİZMETİ SUNAN VAKIFLAR

Osmanlı İmparatorluğu’nun evrensel ve tek tipçi tek bir sistem yerine çok çeşitli tıbbi sistemler ürettiğini göreceğiz.Yine de bu sistemler, hepsinin iştirak ettiği tek bir “tıbbi alan” olduğunu ispatlayacak bir etkileşim içindeydi.(55)

Tıbbi yardım, İslam toplumlarında meşru ve kabul görmüş bir hayırseverlik şekliydi; hastaneler vasıtasıyla sunulan kurumsallaşmış tıbbi bakım, Osmanlı İmparatorluğu’nda, sıradan insanlarca ve profesyonellerce, bina içinde ve dışarıda yapılan yardımların da içinde bulunduğu çok sayıda tıbbi tedavi biçiminden biriydi. (55)

Norman Stillman, “Ortaçağ İslam Dünyasında Hayırseverlik ve Sosyal Hizmetler” (56) başlıklı çalışmasında, müslümanların iyilikseverliğe yönelik temel tutumlarını değerlendirir ve ortaçağlarda İslami hayırseverlik tarafından desteklenenana sosyal yardım kurumları olarak gördüğü yapıları ele alır.Stillman’a göre hastane “muhtemelen, ortaçağ İslam dünyasındaki en muazzam sosyal yardım ya da başka bir deyişle hayırseverlik kurumuydu” (56)

Osmanlı hastanelerini hayır kurumları olarak değerlendirmenin bir nedeni hastanelerin vakıf olarak kurulmasıydı; vakıfların hukuki çerçevesi, erken modern İslam toplumlarında hayır kurumları için idari ve mali bir mekanizma oluşturuyordu.Ayrıca, Osmanlı hastaneleri Avrupa’daki hastanelerin aksine tıbbi hizmetleri ücretsiz sunuyordu. (55)

3.2.1. Osmanlı’da Koruyucu Sağlık Hizmetleri

Koruyucu sağlığın amacı bireyin ve insanlığın düzenli bir biçimde gelişmesini engelleyen nedenleri araştırmak, insanları hastalıkların etki ve zararlarından korumaktır. Toplumsal sağlığın korunmasında en önemli tehdit bulaşıcı hastalıklardır. XIX. yüzyıldaki savaşlar ve bunların sosyal bünyedeki olumsuz etkileri nedeniyle birçok salgın hastalıkla uğraşılmış ve koruyucu sağlık önlemleri uygulanmıştır. Bu koruyucu sağlık uygulamalarının başında ise “Karantina” gelmektedir. Bulaşıcı hastalıklarla karşılaşmış olabilecek insan veya diğer canlıların, hastalık taşımadıkları kesinleşinceye kadar belli bir yerde alıkonulması anlamına gelen “Karantina”, insanların bazı hastalıkların bulaşıcı olduklarını tespit etmelerinden sonra bu tip hastalıkları kontrol altına alabilmek için başvurdukları bir yöntemdir. Karantina; kolera, veba, sarı humma, tifüs ve çiçek gibi bulaşıcı ve salgın hastalıklardan birinin görüldüğü bir taşıma aracında yolculuk yapan veya bu hastalıklardan birinin salgın olduğu bir ülkeden gelen yolcu ve eşyaların girmek istedikleri ülkelerin halkıyla temas etmeden önce belirli bir yerde veya gemilerinde geçirmek zorunda oldukları tecrit süresiyle uygulanan sağlık önlemlerinin tümünü kapsamıştır.(43)

Avrupa ülkelerinde XV. yüzyıldan beri başvurulan bir çare olan karantina usulü, Osmanlı devletinin genelinde ancak XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra uygulamaya başlanmıştır. Daha önceleri ise; ülke genelinde uygulanmayıp, ortaya çıktığı şehir çevrelerinde mevzii tedbirler olarak tatbik edilmiştir.( 57)

Karantina uygulamasını gerektiren başlıca neden; 1831 ve 1833 yılları arasında Hindistan’dan gelerek Yakın Doğu yoluyla Avrupa’ ya yayılan kolera salgını olmuştur. Kolera salgınının Avrupa’ya yayılmasında bir köprü durumunda olan Osmanlı ülkesinde, karantina uygulamasının gerekliliği II. Mahmut tarafından vurgulanmış ve bu yolda ilk adımlar atılmıştır. (58)

1831’de İstanbul’da baş gösteren kolera salgını üzerine; Karadeniz’den gelen gemilere İstinye Körfezi’nde, İslam ülkeleri ve Osmanlı gemileri için de Liman-ı Kebir’de (Boğaz’dan Karadeniz’e çıkarken Rumeli Feneri İşaret İstasyonu’nun yakınındaki koy) karantina uygulanmıştır. Ardından İskenderiye, Kıbrıs ve Suriye’de başlayan kolera salgını için ise Çanakkale’de geçici bir tahaffuzhane (koruma evi) kurulmuştur.(59.)

Kolera salgınının ortaya çıkışı, yeni bir olgu olması nedeniyle endişe uyandırmış ve hastalığın geniş bir coğrafyaya yayılarak kitleleri tehdit eden boyutlara ulaşması bu konuda mücadeleyi gerektirmiştir. Bu nedenle korunma önlemleri alınarak ilerleyen zamanda bir sağlık idaresi kurulmasının zemini hazırlanmıştır.(60)

1831- 1833 yılları arasında yaşanan kolera salgının gözlerin karantinaya çevrilmesinde etkili olmasının ardından, Osmanlı bir yandan karantina uygulaması için gerekli olan hukuki ve zihni atmosferi oluşturmaya çalışırken, diğer taraftan da böyle bir uygulamanın gerçekleştirilebilmesi için gereken maddi imkânların temini yollarını aramıştır. Karantina hakkında gelebilecek itirazları, şeriat ve akıl nazarında bertaraf edecek ulemadan kişilerin de katılımıyla bir Meclis-i Meşveret’in toplanarak, konunun ciddi şekilde ele alınması kararlaştırılmıştır. Maliye, Harbiye, Dahiliye ve Hariciye müsteşarlarının da katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda, şer-i ve mülki olmak üzere iki açıdan incelenen konunun önce şer-i yönü güvenilir fıkıh ve fetva kitaplarına başvurulmak suretiyle araştırılmış ve daha sonra şeyhülislamdan karantinanın caiz olduğuna dair fetvanın çıkması üzerine artık karantina usulünün uygulamaya geçirilmesi önündeki şer-i engeller ortadan kaldırılmıştır.(57)

Yapılan çalışmalarla İslami ve meşru temele oturtulmak istenilen karantina usulüne, mecliste bulunan ulema tarafından onay verilmiştir. Şer-i yönün bu şekilde halledilmesinin ardından mülki açıdan ilk olarak, ülkede daha önce gerçekleştirilen karantina uygulamalarının ülke genelinden ziyade sadece şehir dahilinde olmasının eksik ve yanlış olduğu belirtilerek, Akdeniz, Karadeniz, Boğazlar, Anadolu ve Rumeli’nin gerekli yerlerinde karantinahaneler kurulması kararlaştırılmıştır. Ayrıca, konunun ayrıntılarını ele alıp gerekli nizamların hazırlanması ve müzakeresi işlemiyle görevli, karantina hakkında bilgili kişilerden oluşan ve haftada birkaç gün toplanacak bir meclisin kurulması konusu gündeme getirilmiştir.(61)

Karantina uygulamalarının düzenlenmesini sağlayacak olan bu kurum, “Karantina Meclisi”, “Sıhhiye Meclisi”, “Meclis-i Tahaffuz”, “Meclis-i Umuru Sıhhiye”, “Sıhhiye Nezareti” ve “Karantina Nezareti” gibi isimlerle de anılmıştır.(42)

Yüksek Karantina Meclisi, Hariciye Nezareti’nin denetim ve gözetiminde olarak kurulmuş, karantinanın dini ve askeri yönleri bu meclis de görüşülmüştür. Mecliste ayrıca asayiş, düzen, ticaret ve yabancılarla ilişkiler konularına bakan iki üye de görev yapmıştır. Kısa bir süre sonra Almanya, İngiltere, Avusturya, İspanya, İsveç, Norveç, Rusya, Fransa, Hollanda, Belçika, İtalya, Yunanistan, ABD ve İran karantina meclisine delege yollamış ve böylece Osmanlı teşkilatı olan karantina kuruluşu, uluslar arası bir görünüm kazanmıştır.(59 )

1830’lu yıllardan itibaren Osmanlı topraklarını etkisi altına alan salgınlar, bu dönemdeki bazı gelişmelerle birlikte geniş bir yayılma alanı bulmuştur. XIX. yüzyılda hızlı buhar gemilerinin gelişmesi ve demiryollarının devreye girmesi ile ulaşımın daha kolay sağlanması ve bunun yanı sıra geniş bir sahayı kapsayan askeri harekatların yapılması, salgınların da daha büyük alanları etkilemesine sebep olmuştu.81 XIX. yüzyıl boyunca Kızıldeniz’den Akdeniz ve Karadeniz’e sirayet eden salgınlar Avrupa’da da büyük kayıplara neden olmuştu.(62)

Kolera salgınlarının tüm dünyayı etkileyen bir sorun olması, 1851’den itibaren uluslar arası sağlık konferanslarının düzenlenmesini sağlamıştır. Bu konferanslar; 1851 Paris Konferansı, 1859 II. Paris Konferansı, 1866 İstanbul Konferansı, 1874 Viyana Konferansı, 1881 Washington Konferansı, 1885 Roma Konferansı, 1892 Venedik Konferansı, 1894 III. Paris Konferansı, 1897 Venedik Konferansı, 1903 IV. Paris Konferansı, 1911 V. Paris Konferansı ve 1922 Varşova Konferansıdır.(62.)

Kolera salgınlarına karşı alınacak önlemlerin belirlenmesi konusunda toplanan bu konferanslardan en etkili olanı ve yeni düzenlemelerin kabul edildiği konferans, “1866 İstanbul Konferansı”dır. Kongrede alınan birçok karar, Osmanlı Devleti’nde koruyucu sağlık uygulamalarının ivme kazanmasını sağlamıştır. Tahaffuzhanelerin kurulması, karantina işlemlerinin modernleştirilmesi ve daha birçok koruyucu uygulama, bu kongreden sonra düzenli hale getirilmiştir. Örneğin İstanbul’dan sonra İzmir’de bir belediyenin kurulmuş olması, kongrede alınan kararlar doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. İstanbul’dan sonra, öncelikle liman kentleri ve önemli ulaşım merkezlerinde başlayan bu yeni örgütlenmeye ihtiyaç duyulmasının nedenleri arasında; nüfus artışıyla birlikte özellikle tüccar ve yabancı uyrukluların kent yönetiminden, karantina ve konaklama tesisleri, uygun sağlık şartları ve düzenli bir ulaşım gibi modern beledi hizmetler talep etmeleri de vardır.(63)

Osmanlı sağlık teşkilatlanmasında salgın ve bulaşıcı hastalıkların önlenmesi, sağlık birimlerinin oluşturulması ve sağlık elemanlarının yetiştirilmesinde önemli bir atılım olarak kabul gören karantina örgütüne, yabancı ülke temsilcilerinin de üye yapılması örgütün uluslar arası bir kuruluş haline gelmesini sağlamıştı. Bu durum zamanla, Osmanlı’nın şehir ve limanlarındaki ticaret ve denizcilik faaliyetlerinin denetlenmesine dönüşmüştür. Sonuçta bir sağlık tedbiri olarak oluşturulan “karantina” kapitülasyon unsuru haline getirilmiştir. Bunun neticesinde, 1923’te Lozan Antlaşması’nın 114. Maddesine dayanılarak tüm kapitülasyonlarla birlikte “Karantina Meclisi” de kaldırılmıştır.(64)

XIX. yüzyıl koruyucu sağlık uygulamaları kapsamında Karantina Örgütü’nün dışında karşımıza çıkan ve bir çeşit sağlık kuruluşu özelliği gösteren “Tedbirhaneler” de, salgın ve bulaşıcı hastalıkların yaygın olduğu zamanlarda hastalığın görüldüğü yerde eşyayı ve hastanın giysilerini dezenfekte etmekle görevli kuruluşlardır. İstanbul’daki kolera salgınları esnasında kurulan Tedbirhaneler, koruyucu sağlık hizmetlerinin en yaralı yöntemlerinden biri olan dezenfeksiyon uygulamalarıyla salgınların kontrol altında tutulmasında etkin rol oynamıştır.  İlk olarak 1893’te İstanbul’da görülen kolera salgını sırasında Şehremaneti tarafından Üsküdar Açıktürbe’de, Tophane Pazarkapısı’nda ve Gedikpaşa’da üç tebhirhane kurulup çalışmaya başlamıştır. Koruyucu sağlık hizmetlerinin en yaralı yöntemlerinden biri olan dezenfeksiyon, böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda da uygulanmıştır. Tebhirhaneler sadece İstanbul’da değil, Trabzon, Zonguldak, Çatalca gibi ihtiyaç duyulan yerlerde de kurulmuştur.(59 )

Salgın hastalıkların yoğun olarak yaşandığı XIX. yüzyılda, Osmanlı bu yöntemi sıklıkla kullanmıştır. Nitekim 1894’te Haseki Hastanesi’nde, 1899’da Hamidiye Etfal Hastanesi’nde, 1905’te Darülaceze’de Tedbirhaneler açılmıştır. 1910’da ortaya çıkan kolera salgınında Balat ve Fındıklı gibi hastalığın kaynağı halini alan İstanbul semtleri, yapılan dezenfeksiyonla kısa sürede kontrol altına alınmıştır. Karantina çalışmalarının ardından devletin, genel sağlığının düzeltilmesi yolunda önemli bir sıhhi tedbir olarak başvurduğu tebhirhanelerden  büyük faydalar sağlanmıştır. 1913’te çıkarılan “ Vilayet İdare-i Sıhhiye Nizamnamesi”ne eklenen bir fırka ile bulaşıcı hastalıkların önlenmesi için vilayet ve sancak belediyelerince Tedbirhane yaptırılması ve dezenfeksiyon ilaçlarının sağlanması ön görülmüştür. I. Dünya Savaşı’nda da Tedbirhaneler uyguladıkları dezenfeksiyon yöntemleriyle ordunun temizliğinin sağlanmasında önemli bir faktör olmuştur.(59 )

3.3.KENTSEL KURUMLAR OLARAK OSMANLI SAĞLIK KURULUŞLARI                        ………..         3.3.1. Dârüşşifa, Dârulâfiye, Dârussıhha, Bîmaristan

İslam dünyasında Emevilerden itibaren kurulmaya başlanan dârüşşifâlar, Abbasiler döneminde Suriye, Irak ve Mısır bölgelerinde yaygınlaşmış ve geliştirilmişlerdir.(65)

Abbasilerin II. halifesi Mansur’un hastalığı sırasında, Sasaniler döneminden beri kullanılan Cündişapur Hastahanesi ve Tıp Okulu’nun ünlü hekimi Curcis b. Buhtîşû’nun H.148/M.765 yılında Bağdat’a çağrılmasından sonra bu tıb okulunda yetişen ünlü hekimlerin İslam dünyasında tıb ilminin gelişmesinde ve dârüşşifâ geleneğin oluşmasında önemli katkıları olmuştur.(65)

Halife Harun Reşid (786–809) döneminde Buhtişu ailesinden Cibrâîl b. Buhtîşû b. Curcis Bağdat’a çağrılarak ilk dârüşşifâyı kurdurmuştur.(65)Bu dârüşşifâ daha sonra Bağdat’ta ve diğer bölgelerde kurulacak olan dârüşşifâlara örnek teşkil etmiştir. IX. yüzyılda Mısır’da Ahmed bin Tolunoğlu’nun kendi adıyla kurduğu dârüşşifâ, o dönemde diğer hastaların yanı sıra akıl hastalarının da tedavi edildiğini gösteren güzel bir örnektir.(65) X.yüzyılda Bağdat’ın batısında Dicle’nin kenarında kurulan Büveyhî Emiri Adudüddevle’nin 981 yılında yaptırdığı Bîmâristan-ı Adudî dönemin ünlü dârüşşifâlarındandır.(65)

Selçuklular döneminde de tıb ilmine önem verilmiş ve günümüze kadar ulaşabilen ünlü dârüşşifâlar inşa edilmiştir. İlk Selçuklu dârüşşifâsı ve medresesi Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın veziri Nizâmülmülk tarafından Nîşâbur’da kurulmuştur. Fakat bu dârüşşifâ günümüze ulaşamamıştır. 1154 yılında Şam’da Selçuklu Atabeği Nûreddin Zengi’nin inşa ettiği dârüşşifâ bugüne kadar eski haliyle ulaşabilen dünyanın en eski hastahanesi ve tıp okulu binası olarak kabul edilmektedir.(66 )

Anadolu’da ise Türklere ait ilk dârüşşifâlar, Selçuklular zamanında kurulmuştur.

Anadolu’da Selçuklulara ait dârüşşifâlar:

  1. Mardin Emineddin Dârüşşifâsı (H. 502- 516/ M. 1108- 1122)
  2. Silvan Sitti Raziye Hatun Dârüşşifâsı(H. 572- 580/ M.1176- 1185)
  3. Akşehir Dârüşşifâsı (XII. yüzyılın sonu ?)
  4. Kayseri Gevher Nesibe Dârüşşifâsı (H.602/ M.1205–6)
  5. Sivas I. İzzeddin Keykavus Dârüşşifâsı (H.614/ M. 1217–18)
  6. Sivas-Divriği Turan Melik Dârüşşifâsı (H.626/ M.1228–1229)
  7. Konya Dârüşşifâsı(Maristan-ı Atik)(XII.yüzyılın sonu XIII.yüzyıl başı)
  8. Konya Sultan I. Alâeddin Keykubad Dârüşşifâsı (H.616–635/ M.1219–1237–38)
  9. Çankırı Cemaleddin Ferruh Dârüşşifâsı (H.633/ M.1235)
  10. Kütahya Dârüşşifâsı (XII. yüzyılın sonu)
  11. Eski Malatya Cemaleddin Karatay Dârüşşifâsı (XIII. yüzyıl ortası)
  12. Kastamonu Pervaneoğlu Ali Dârüşşifâsı (H.671/ M. 1272- 73)
  13. Kastamonu Ata Bey Dârüşşifâsı (M. 1270- 75 ?)
  14. Tokat Muînüddin Pervane Dârüşşifâsı (XIII. yüzyıl son çeyreği)
  15. Erzincan Dârüşşifâsı (?)
  16. Amasya Dârüşşifâsı (H.708/ M.1308–1309)

Osmanlı Darüşşifaları Türk-İslam dünyasındaki hastaneler, “darüşşifa” kelimesi ile birlikte “bimeristan”, “maristan”, isimleri yanında “darüssıhha, darülafiye, darulmerza,şifaiye, bimarhane, tımarhane” gini isimlerle de anılıyordu. (68)

Hemen her büyük vakıfta bir “bimarhane” veya “darüşşifa” denilen hastane bulunurdu.Osmanlılarda hastanelerin ekserisi, tıb medreselerinin (fakulte) tatbikat yerleri idi.Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlı medrese hastaneleri de çok zengin vakıf akarlara sahipti ve hiçbiri devletçe yaptırılmamıştı; hepsi hayır sahiplerinin eseri idi.Haseki, Gureba, Şişli Etfal hastaneleri, bu vakıf hastanelerin günümüzde hizmet vermeye devam eden örnekleridir.Bir de tabhaneler vardı.Hastanelerden taburcu edilen bünyesi zatıf hastalar bir müddet buralarda misafir edilird,Ekseri hastanelerin tabhaneleri vardı. (69)

Osmanlılar, Selçuklu dârüşşifâlarının bulunduğu yerlere yeni dârüşşifâ yapmayıp, bu dârüşşifâları vakıflarına uygun biçimde işletmeye devam etmişler ve fethettikleri Bursa, Edirne, Manisa, İstanbul gibi önemli şehirlerde yeni dârüşşifâlar inşa etmişlerdir.(65)Bu durumda, Osmanlılar dönemindeki dârüşşifâları iki grupta toplamak mümkündür. Birinci grupta Osmanlılardan önce kurulan ve Osmanlılar döneminde de kuruluş amaçlarına uygun olarak fonksiyonları aynen devam ettirilen dârüşşifâlar yer almaktadır. Kayseri Gevher Nesibe ve  Amasya Dârüşşifâları bu gruba örnek dârüşşifâlardır. İkinci grupta ise padişah, padişah anaları ve hanımları tarafından yaptırılan dârüşşifâlar bulunmaktadır.(67)“Sultan Dârüşşifâları” olarak adlandırılabilecek ve zengin vakıflarla desteklenen bu yapılar birer hayrat kurumu olarak yüzyıllarca sağlık hizmeti vermişlerdir.

Osmanlılar döneminde inşa edilen bu dârüşşifâlardan bazıları  şunlardır;

—Bursa Yıldırım Dârüşşifâsı (H. 802/ M. 1399- 1400)

—İstanbul Fatih Dârüşşifâsı (H.875/  M.1470)

—Edirne II. Bayezid Dârüşşifâsı (H.889- 893/ M.1484- 1488)

—Manisa Hafsa Sultan Dârüşşifâsı (H.946/ M.1539)

—İstanbul Haseki Sultan Dârüşşifâsı (H.957/ M.1550)

—İstanbul Süleymaniye Dârüşşifâsı (H.961- 966/ M.1553- 1559)

—İstanbul-Üsküdar Toptaşı Atîk Valide (Nurbânu Sultan) Dârüşşifâsı  (H.990/ M.1582)

—İstanbul Sultanahmed Dârüşşifâsı (H.1018- 1026/ M.1609–16)

 

3.4. OSMANLIDA VAKIF HASTANELERİ-DARÜŞŞİFALAR

Tıp ilmi ve hastanelere büyük bir önem veren Osmanlı anlayışı, daha devletin kuruluş yıllarında ilk Osmanlı hastanesinin açılışını yapmıştı.Bu ilk hastanenin, Sultan Orhan tarafından Bursa’da açıldığı bilinmektedir. (70)

3.4.1.BURSA YILDIRIM DÂRÜŞŞİFÂSI

Osmanlı hastanelerinin en bariz mimari özellikleri cami, medrese, imaret, kervansaray, hamam, çarşı, çeşme, kütüphane ve benzerlerinden meydana gelen külliyelerin bir parçası olarak planlanmalarıdır.Bu külliyeler, şehir içinde adeta yeni küçük birer mahalle oluşturarak sosyal bir merkez gibi halkın her türlü sosyo-kültürel ve sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını karşılıyorlardı.(2)

Osmanlıların yaptırdıkları ilk dârüşşifâdır. Yıldırım Bayezid’in (1389–1402) Bursa’da yaptırdığı külliyenin bir parçasıdır. Yıldırım Külliyesi’nin inşâ edildiği tarih kesin olarak bilinmemekle birlikte, 1400 tarihli vakfiyesine göre kaynaklarda bu külliyenin 1399–1400 yılları arasında bittiği ifade edilmektedir.(71; 72; 73 )

Külliye cami, medrese, imaret, hamam ve dârüşşifâdan oluşmaktadır. Bu külliyenin yapılmasıyla Bursa, doğuya doğru genişlemiş ve burada yeni bir mahallenin çekirdeği oluşturulmuştur.(72 )

3.4.2.İSTANBUL FATİH DARÜŞŞİFASI

Osmanlılarda eczacılık Anadolu Selçuklu Devleti’nden sonra bir miras olarak devam etmiştir. Alınan mirasın ise geliştirilerek devam ettirildiğini görüyoruz. Bu konuda en önemli gelişmelerin Fatih Sultan Mehmed Han’dan sonra gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Fatih dönemi sadece eczacılık ve tıp alanında değil, genel itibariyle pek çok alanda Osmanlı biliminin yükselişe geçtiği bir dönem olarak dikkati çekmektedir. Sultan II. Mehmed’in ilme olan katkısına örnek teşkil eden abidelerin en önemlisi Fatih Camii etrafında yaptırılmış olan medreselerdir. Burada medreseler ile birlikte bir de darüşşifa bulunmaktadır. Ancak bugün bu darüşşifanın değil kendisi, harabesi bile yerinde değildir.(74;75)

Fatih Külliyesi’nin güney tarafında ve iki köşesinde Tâbhane ve Darüşşifa bulunuyordu. Burada darüşşifa, eski emsalinde olduğu gibi hem hasta tedavi ediyor, hem de tabip yetiştiriyordu. V.B. Stren’in yazdığına göre Fatih Medreseleri arasında Darüşşifa’dan başka bir de tıp medresesi yer almaktadır. Fatih Darüşşifası’nda iki tabip, bir kehhal, bir de cerrah bulunduğunu külliyenin vakıfnamesinden öğrenmekteyiz.(76)

Fatih Darüşşifasının bir ecza deposu vardı ve vakıfnamede buraya ‘Mahzen’ adı verilmiştir. Hazırlanan ilaçlar burada muhafaza olunurdu. Mahzen emini adı verilen kişi, mahzene konulan devaların ve eczanın da muhafızı idi. Her gün mahzeni açarak, vakıf nazırı ve darüşşifanın tabibi veya onların yerine gelen zât huzurunda tabibin lüzum gösterdiği eşribe ve devaları taksim ve teslim etmekle mükellefti. İlaç maddelerini ve malzemesini hariçten vekiliharçlar satın alarak mahzen eminine tevdi ederdi. (76)

3.4.3. EDİRNE II.BAYEZİD DARÜŞŞİFASI

Temeli 1484 yılında atılmış 1488 yılında tamamlanmıştır.Kuruluşundaki ana amaç, ikinci başkent Edirne’yi bir darüşşifaya (hastane) kavuşturmak, aynı zamanda İstanbul’daki Fatih külliyesinden sonra Edirnede de bir külliye kurma ihtiyacı oluşudur. Bu külliyede ana yapı darüşşifadır. Darüşşifada hekim yetiştirilebilmesi için dönemin temel bilimlerini öğreten birde Medrese-i Etıbba yani tıp medresesi kurulmuştur. Teorik ve pratik yönden birbirinin tamamlayıcısı olan bu iki ünitenin günümüzdeki adı Tıp Fakültesidir. Medresede okuyan öğrenciler, darüşşifadaki uzman hekimler yanında yetişmektedirler. Bu, dönemin yetişme anlayışı olan usta – çırak sisteminin bir uygulamasıdır. Külliye, hastanesi, tabhanesi ve imaret aşhanesi ile günümüz anlayışına uygun bir Sağlık ve Sosyal Yardım Kurumlarıyla bütünleşmesi halinde amaca ulaşacağı görüşü hakimdi. Külliyenin çok yönlü hizmeti 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Harbine kadar sürmüş, daha sonra çalışmalarının bir bölümü yön değiştirmiştir. Külliye binaları günümüzde Trakya Üniversitesine devredilmiştir. (77)

Darüşşifa: Hastane üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, poliklinikler (göz mütehassısı, cerrah, nöbetçi odaları), kiler, özel diyet mutfağı, bekçi odaları, akıl hastaları tecrit odası, ilaç olarak kullanılan şurupların pişirildiği mutfak ve personel odaları bulunmaktadır.İkinci bölümde 4 oda ve 2 sofa bulunmaktadır. Odalardan ikisi ilaç deposu ve eczane olarak, diğer ikisi de üst düzey personelin kullanımına tahsis edilmiş.Üçüncü bölüm yataklı kısımdır. Bu bölüm 6 kışlık oda ile 5 açık sofadan oluşmaktadır. Sofalardan 4’ü yazlık yatak odası biri de musiki sahnesidir. Odalar ve sahne büyük ve yüksek bir kubbeyle örtülü şadırvanlı bir salon etrafında çevrelenmiştir. Odaların dış bahçeye, iç salona açılan pencereleri vardır.(77)

Ortadaki büyük kubbenin tepesindeki fenerden gelen ışık iç mekanı aydınlatır ve havayı, pis kokuları dışarı atar.Kapalı sistem ile çalışan binanın aydınlanma ve havalandırma sistemi böylece mükemmel olarak sağlanır. Bir merkez çevresinde toplanmış hasta odaları az personelle hizmet verilmesini sağlar. Personel tüm odaları kolaylıkla gözetleyebilir ve gereğince acil olan hastaların yardımına koşarlar.Bu bölümün yapısında akustik sistemi de oldukça hassastır. Haftada üç gün verilen musiki konserleri yankılanmadan binanın her tarafından rahatça dinlenebilir.(77)

Musiki ile hasta tedavisi, bu hastanenin özellikleri arasındadır. Tedavide yalnız musikiden değil, su sesi ve güzel kokulardan da yararlanılmaktadır.Büyük kubbe altındaki şadırvandan fışkıran suların kubbeye kadar yükseldiğini görenler yazmışlardır. O yükseklikten düşen suyun çıkardığı melodiler hastaları huzura kavuşturmaktadır.Hastanenin on kişiden oluşan bir musiki topluluğu da vardır. Bunlar haftada üç gün hastalara konserler vermektedirler.Bu konuda inceleme yapan müzisyen Türk hekimleri, Türk musikisindeki bazı makamların bazı hastaların tedavisinde özel bir iyileştirici etkisi olduğunu saptamışlardır. Buna “Müzikal kodeks” de diyebiliriz.(77)

Günümüzde de özellikle Amerika’da müzik kodeksi üzerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmaktadır.Ancak, bundan 500 yıl önce Edirne Hastanesi’nde bu yöntemle hasta tedavisi yapılırken, aynı dönemin bazı ülkelerinde akıl ve ruh hastaları için “kafasına şeytan girmiş” tanısı konularak bu zavallıların ateşe atılmaları da bilinen bir gerçektir.Bu tip hastane mimarisi daha sonradan Avrupa ve Amerika’da da örnek olarak alınmıştır. 1884’de Greneviç’de yaptırılan Müller hastanesi ve 1888’de Amerika’da ki Philedelphia hastanelerinde aynı model kullanılmıştır.(77)

Hastane çok yönlü (Polivalan) hastalar için kurulmuştur. Her türlü hasta kabul ve tedavi edilmektedir. Bu arada da akıl ve ruh hastalıkları için ayrı bir pavyon bulunmaktadır. Tüm hastalar için musiki konserleri verilmekte ve hastalar bundan yarar görmektedirler. Tedavi parasızdır. Haftada iki gün de şehirdeki hastalara parasız ilaç dağıtılır.Yatak kapasitesinin 32 olduğu tahmin ediliyor.(77)

Tıp Medresesi: Darüşşifanın doğu ucuna bitişik olarak yaptırılmıştır. Odaları dikdörtken bir iç avlunun 3 yanını çevreler. Çephesindeki giriş kapısının sağ ve solunda revaklı sahanlıklar vardır. Dersane genel giriş kapısının karşı cephesindedir. Tek hacipli bir salon olup, kapısının sağ iç yanında bulunan taş bir verdivenle dar bir balkona çıkılır. Dersaneyi örten kubbe, öbür odalarınkinden daha geniş ve yüksektir.3”erden 6 tanesi dersanenin sağ ve solunda, 6’şardan 12 tanesi de sağ ve sol cephelerde sıralanmış olan 16 öğrenci odası vardır. Avlunun ortasındaki şadırvanın şimdi yanlızca temeli kalmıştır.(77)

Medreseden darüşşifaya, pencereden bozma bir kapıyla geçilir.Bu ünite hekim yetiştirmek için temel bilimler öğreten bir yapıya sahiptir. Buradan teorik bilgiler alan öğrenciler, uygulama yeri olan hastanede uzman tabipler yanında hekim olarak yetişirler. Zaten o dönemin hekim yetiştirme yöntemi de budur.(77)

Tabhane

Bu birim, camiin sağ ve sol beden duvarlarına bitişik, 4’erden 8 odadan oluşur. Buradan nekahat dönemindeki hastalar, yolcular, işsizler, yolcu ve konuklar ücretsiz olarak yararlanırlar.Tam şifa bulunca, dinlenip, yola çıkmak durumuna gelince ayrılırlar. Günümüzde örnek alınması gereken bir kurumdur.(77)

Kuruluşunda çok yönlü çalışan hastane, bir ara yalnız akıl ve ruh hastalıklarının tedavisine ayrılmıştır. Edirne’nin uğradığı istilalarda bakımsız kalmış, bazıları yıkılmış, gelir kaynakları kapanmıştır. Cumhuriyet döneminde yeniden restorasyonuna başlanmış olup halen de Trakya Üniversitesi’ne devredilmiştir. Üniversite bünyesinde eski hizmet dönemindeki günlerine kavuşacağı kuşkusuzdur.(77)

3.4.4. İSTANBUL HASEKİ SULTAN DARÜŞŞİFASI

Haseki Külliyesi’ni yaptırmayı düşünüp tasarlayan, Haseki Hürrem Sultan; Bu tesisin kurulmasına sınırsız destek veren; batı dünyasının «Muhteşem Süleyman» diyerek takdir ettiği, kudretli padişah Kanunî Sultan Süleyman; İnşa ederek onu âbideleştiren ise; gelmiş geçmiş en büyük Türk Mimarı, Koca Sinan’dır.(78)

1538’de, Avrat Pazarı’nda(Haseki), önce tek kubbeli küçük bir cami ile başlayan Haseki Külliyesi; bir yıl sonra eklenen klâsik bir medrese ve sıbyan mektebi ile genişlemiş, Süleymaniye Külliyesi’nin yapımından önce bir imâret (aşevi) ve dâruşşifâ (hastane) eklenerek, büyük bir sosyal tesisler topluluğu hâline gelmiştir. (78)

Haseki Dâruşşifâsı; güneyde medrese ve sıbyan mektebiyle karşı karşıya, doğuda ise imâretle paralel durumdadır. Günümüzden (2011) 461 yıl önce inşa edilen ve 334 yıl aynı binada hizmet veren dâruşşifâ; İstanbul yakasında, 16. yüzyıldan bu yana, zamana karşı direnebilen tek hastanedir. Bu binadan önce veya sonra inşa edilen dâruşşifâların büyük kısmı, maalesef arkalarında hiçbir iz bırakmadan kaybolup gitmiş;geride kalanlar ise farklı gayelerle kullanılmış veya hâlâ kullanılmaktadır. XVI. asırda yaşayan Menavinus tarafından 25 kubbeli olduğu bildirilen Fatih Dâruşşifâsı’ndan geriye sadece küçücük bir duvar yıkıntısı kalmış; İstanbul’un bu ilk dâruşşifâsının yerine, sonraki yıllarda evler inşa edilmiştir.

Haseki Külliyesi’ne ait son bina olan dâruşşifânın inşası 1550 (h. 957)’de tamamlanarak, bugünkü Haseki Hastanesi’nin çekirdeğini meydana getirmiştir. Ayvansarâyî’nin «Hadîkatü’l-Cevâmi‘» isimli eserinde metni bulunan ve ebced hesabıyla inşa tarihi düşürülen kayıp kitâbe ile Haseki Sultan’ın 1551 tarihli ana vakfiyesi, dâruşşifânın inşa tarihini açık biçimde göstermektedir.(78)

Dâruşşifâ, sekizgen avlunun beş kenarı çevresindeki kubbeli odaları ve kuzeydeki giriş yeriyle değişik bir plân gösterir. Sekizgen avlunun doğu, batı ve güney yönlerinde iki sıra hâlinde yer alan mekânlar çift kubbelidir, kesme-yontma taştan yapılmıştır. Güneydoğu ve güneybatı köşelerinde ise üzerleri birer büyük kubbe ile örtülü ve geniş kemerlerle eyvan gibi avluya açılan birimler yer almıştır. Arkadaki yapıya eklenen ve imâretle dâruşşifâ arasında kalan, yoldan girilen bölümdeki iki bağımsız oda ise; ilâç hazırlamak için tesis edilmiştir ( 78 )

 

4.BÖLÜM

GENEL DEĞERLENDİRME

 

Günümüze ulaşabilen İslam hastanelerinin çoğu Osmanlılara ait olanlardır.Özellikle XVI ve XVII. Yüzyıllarda dünya tarihinin en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı devletinin geniş topraklarında halk, ordu ve saray mensupları bimaristan, şifahane, tımarhane veya daruşşifa denilen hastaler tesis etmişlerdi.(2)

Osmanlı devlet ricalinin, diğer ilmî ve sosyal müesseselerde olduğu gibi sağlık kurumları ile de yakından ilgilendikleri ve bu sahanın adamlarını destekleyip korudukları anlaşılmaktadır.OSmanlıların, tıp ilmi ile ilgilenenleri koruma ve onlara bir ayrıcalık tanımaları son zamanlara kadar devam etmiş görünmektedir.Hatta bunlar müslüman olmasalar bile yine bu mazhariyete nail oluyorlardı.(2)

Osmanlı dönemi vakıf eserleri ile verilen sağlık hizmetlerinde hayır sahiplerinin büyük görev almış olmaları, devletin üzerine sağlık harcamaları yükünün binmesine engel olmuş ve bu sayede diğer sosyal devlet uygulamaları için kaynak kullanılabilmesine sebep olmuştur.

Diğer taraftan zamanının en gelişmiş ve modern hastanelerine sahip olmuş olan Osmanlı bu sayede sosyal devlet anlayışınıtüm aşamalarıyla uygulama imkanına da sahip olmuştur.Bu sorumluluk katılımcı halk sermayesi ile de taçlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SONUÇ

Osmanlılarda orduyu beslemek, adaleti temin etmek, emniyet ve asayişi korumak, ordunun sağlık hizmetleri, eğitim hizmetleri, hattâ ulaşım ve yerleşim hizmetleri gibi birçok hizmet de vakıflar tarafından görülüyordu. Bu husus, ordunun hem sürekli olarak gücünün korunması, hem de bu konuda devlete ayrıca bir külfet gelmesinin engellenmesi bakımından son derece önemli bir husustur.(79)

Toplumun ihtiyaç ve problemlerine en geniş çapta cevap vermeye çalışan vakıf müessesesinin hizmet alanı, kuşkusuz bu şekildeki bir sınıflandırmayla sınırlandırılamaz. Bunun hakkıyla yapılabilmesi için, vakıflarla ilgili her tür doküman, belge ve vakfiyelerin incelenmesi gerekmektedir ki, ancak bunun sonucunda bu müessesenin yaptığı hizmetlerin alanı sınıflandırılabilir.(80)Osmanlı medeniyetinin ve toplumunun en önemli özelliği olan yardımlaşma ve dayanışmanın bir bakıma en iyi tanımlayıcısı olarak özel bir yere sahip olan vakıflar; sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi ve daha birçok açıdan şehirlerin kuruluş ve gelişiminde son derece etkili bir yere sahip olan büyük bir sistemdir. Her bir vakfiyesi üzerinde özenle ve önemle durulması, araştırılması ve değerlendirilmesi gereken bu sistemde, Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesi -Osmanlı şehirleri için- güzel bir örnek teşkil eder. İstanbul’un fethinden sonra, dikkatleri şehrin imarına yönelten Fatih Sultan Mehmet’in kendi vakfiyesinde yer alan beyitte Osmanlı şehir kültüründe vakıf sisteminin önemini şu şekilde dile getirir(81)

“Hüner bir şehir bünyâd itmekdür

Reâyâ kalbin âbâd itmekdür”

Osmanlı şehirleriyle ilgili hemen tüm araştırmalarda vakıflardan söz edilmesi dikkat çekicidir. Batı’da “vakıf cenneti” olarak nitelendirilen Osmanlı kimliği adeta vakıfla özdeşleşmiş olduğunu söyleyebiliriz. Gerçek bir uygulama alanı olarak vakıflar, medeni bir toplumda gerçekleştirilebilecek hemen tüm hizmetlerin gerçekleştirildiği bir sistem olmuştur. Osmanlı şehirlerinde sosyal, kültürel, ekonomik ve daha birçok açıdan şehirlerin gelişmesine, bayındır ve refah bir duruma gelmesine büyük bir katkı sağlayan vakıf sistemi, dönemin şartlarına uygun olarak gelişmiş ve önemi gittikçe artarak şehir hayatının önemli bir parçası olmuştur. Tarihi süreç içinde dünya siyasi konjonktüründe önemli bir değişim yaşanması ve siyasal-sosyal-ekonomik dengelerin değişmesiyle şehre büyük ve olumlu bir değer katan bir kurum iken, zamanla sistemin değişime ayak uyduramamasından dolayı birçok kurum gibi şehre geçmişte olduğu kadar fayda sağlayamayan bir kurum haline dönüşmüştür.(79)

 

    

KAYNAKÇA

  • Hayriye Işık, Bir Kamu Hizmeti Birimi Olarak Vakıfların Osmanlı Toplum Yaşamındaki Rolü, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 16, Nisan 2009
  • Ziya Kazcı,Osmanlı’da Vakıf Medeniyeti-, Kayıhan yay, 2014 İstanbul
  • Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c.III, MEB Yay., İstanbul 1993, s.577
  • Bahaeddin Yediyıldız, “Vakıf,” İslam Ansiklopedisi, c.XIII, M.E.B. Yay., 1986 İstanbul, s.153-154
  • Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, 3. B., ğstanbul 1999, s. 253; Halaçoðlu, s. 434
  • Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, C. IV, İstanbul 1985, s. 284
  • Ahmet Akgündüz, İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988, s. 42
  • Ziya Kazıcı, İslam Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1991, s. 183
  • Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü web sayfası; http://www.vgm.gov.tr/sayfa.aspx?Id=3)
  • Furuzan Selçuk, “Vakıflar (Başlangıcından 18.yüzyılına kadar)”, Vakıflar Dergisi, VI,26
  • Nazif Öztürk, “Osmanlı Döneminde Vakıflar”, Türkler, Ankara 2002, X, 433
  • Hüseyin Hatemi, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Vakıf,” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., İstanbul 1985, c.6, s.1660
  • İsmet Kayaoğlu, “Vakfın Menşei Hakkındaki Görüşler,” Vakıflar Dergisi, sayı 11, 1976, s.50
  • Bülent Köprülü, “Tarihte Vakıflar,” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, c.VIII, sayı 3-4, 1951, s.491
  • Neşet Çağatay, Güncel Konular Üzerine Makaleler, Türk Tarih Kurumu Yay., VII. Dizi, Ankara 1994, s.8
  • İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri: 953 [1546] Tarihli, s. XVII
  • Behrens-Abouseif, Egypt’s Adjustement, s. 90-95, 145-177; EI² [Fr.], XI, 73
  • Bahaeddin Yeniyıldız, İslam Ansiklopedisi, Cilt:42, s.481,483
  • Ali Himmet Berki, “Vakıf Kuran İlk Osmanlı Padişahı,” Vakıflar Dergisi, c.5, 1962, s.127-128
  • Mehmet İpşirli, “Klasik Dönem Osmanlı Devlet Teşkilâtı,” Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Yay.Haz., E.İhsanoğlu, IRCICA Yay., İstanbul 1994, s.260.
  • Maurice M. Cerasi, Osmanlı Kenti – Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. ve 19. Yüzyıllarda Kent Uygarlığı ve Mimarisi, Çev. Aslı Ataöv, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1999, s.76
  • Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, C. I, İstanbul 1990, s. 196
  • Fuat Köprülü, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi, Yayınlayan: O. Köprülü, İstanbul 1983, s. 351109
  • Gönencan Zahit, “Osmanlı Döneminde Sosyal Güvenlik Sistemleri”, Çimento İşveren, C. 15, S.1, Ocak 2001.
  • Ali Haydar Bayat, Osmanlı Devleti’nde Hekimbaşılık Kurumu ve Hekimbaşılar, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, 1999, s. 1.
  • Erdem Aydın, Dünya ve Türk Tıp Tarihi, Öncü Basımevi, Ankara, 2006, s. 202.
  • Sabahattin Aydın, “ Modern Tıp Penceresinden Osmanlı Tıp Anlayışına Bakış”, Osmanlılarda Sağlık I, , ed: Coşkun Yılmaz, Necdet Yılmaz, Biofarma Yayınları, İstanbul, 2006, 31.
  • Erhan Afyoncu, “Osmanlı Hekimbaşıları ve Hassa Hekimleri”, Osmanlılarda Sağlık I, s. 85
  • İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt: II, TTK Basımevi, Ankara, 1988, s. 597.
  • Ayşegül Demirhan Erdemir, Tıbbi Deontoloji ve Genel Tıp Tarihi, Güneş- Nobel Kitapevi, Bursa, 1996, s. 284.
  • Muzaffer Sencer, Türkiye’nin Yönetsel Yapısı, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1986, s. 55.
  • Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Klasik Bilim Geleneğinin Tarihçesi”, Türkler, Cilt:11, s. 167.
  • Yağmur Say, “Türk Tıp Kurumları”, Türkler, Cilt: 11, ed: Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca, yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.321.
  • Tahsin Özcan, “Osmanlı Toplumunda Sosyal Güvenlik Üzerine Bazı Gözlemler”, Osmanlı, C:5, ed: Güler Eren, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 113.
  • Cahit Baltacı, XV- XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İrfan Matbaası, İstanbul, 1979, s. 21–22.
  • Osman Şevki Uludağ, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Sadeleştiren; İlter Uzel, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s. 119.
  • Yasin Yılmaz, “ Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi”, Osmanlılarda Sağlık I, 291.
  • Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1982, s. 214-218.
  • Ali Haydar Bayat, “Osmanlı Devleti’nde Tıp Eğitimi”, Osmanlılarda Sağlık I, s.240 vd
  • Tuncay Zorlu, “ Süleymaniye Tıp Medresesi II”, Osmanlı Bilim Araştırmaları, C: 4, Sayı: 1, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 65.
  • Recep Akdur, Sağlık Sektörü Temel Kavramlar, Türkiye ve Avrupa Birliği’nde Durum ve Türkiye’nin Birliğe Uyumu, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 2003, s .23.
  • Erdem Aydın, Türkiye’de Sağlık Teşkilatlanması Tarihi, Naturel Yayıncılık, Ankara, 2002, s.7.
  • Bedi Şehuvaroğlu, Ayşegül Erdemir Demirhan, Gönül Cantay Güreşsever, Türk Tıp Tarihi, Bursa, 1984, s. 167.
  • Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, Cilt: 1-2, Eser Kültür Yayınları, İstanbul, 1977, s. 334–335.
  • Fatih Tetik, Osmanlı Devleti’nin Tanzimat Dönemi Kamu Sağlığı Politikası (1839–1876), Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yakınçağ Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007, s. 168.
  • İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilat Ve İdare Tarihi, Cedit Neşriyat, Ankara, 2008, s. 312.
  • Bilal Eryılmaz, ” Türk Belediyeciliğinde Demokrasi Geleneği”,Türkler, C:13, s.732 vd.,
  • Nizamnamenin orijinal metni içn bkz., Düstur, I. Tertip, II. Cilt, 1289, Dersaadet, s. 813- 816.
  • Ekrem Kadri Unat, Osmanlı İmparatorluğu’nda Fransızca Tıp Öğretimi ve Etkileri, Türk Tarih Kongresi II. Ciltten Ayrı Basım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981, s.1293.
  • Nizamnamenin orijinal metni içn bkz., Düstur, Dersaadet, I. Tertip, II. Cilt ,1289, s. 800- 802.
  • Erdem Aydın, “XIX. Yüzyılda Osmanlı Sağlık Teşkilatlanması”, (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma Uygulama Merkezi Dergisi), S.15, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 2004 s. 199.
  • Necmettin Akyay, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sağlık Örgütleri ve Sosyal Kuruluşlar, Hacettepe Üniversitesi Toplum Hekimliği Bölümü Yayını, Ankara, 1982, s. 13- 14.
  • Rahmi Dirican, Nazan Bilgel, Halk Sağlığı Toplum Hekimliği, Uludağ Üniversitesi Basımevi, Bursa, 1993, s. 540–541.
  • Vecihi Tönük, Türkiye’de İdare Teşkilatı, Kanat Basım ve Ciltevi, Ankara, 1945, s. 242–243.
  • Miri Shefer- Mossensohn, Çev.Bülent Üçpunar, Kitap yayınevi, 2014, İstanbul, s.27
  • Norman A. Stillman, “Charity and Social Service in MEdieveal İslam”, Societas5, 1975, s.105-115
  • Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatı’nda Reform (1836–1856), Eren Yayıncılık, İstanbul, 1993, s. 265
  • Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002, s.188
  • Nuran Yıldırım, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Koruyucu Sağlık Uygulamaları”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C: 5, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, s.1325 vd.
  • Daniel Panzac, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba 1700–1850, çev. Serap Yılmaz, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1997, s. 202
  • Bedi Şehsuvaroğlu, İstanbul’da 500 Yıllık Sağlık Hayatımız, İstanbul Fetih Derneği Neşriyatı, İstanbul, 1953, s. 96
  • Gülden Sarıyıldız, Hicaz Karantina Teşkilatı 1865- 1914, TTK Basımevi, Ankara, 1996, s. 5.
  • İlber Ortaylı, Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri (1840–1880), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 2000, s.171.
  • Mesut Ayar, Osmanlı Devleti’nde Kolera Salgını İstanbul Örneği (1892-1895), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, İstanbul, 2005.
  • Arslan Terzioğlu, “Bîmârhâne”, DİA, c.VI, İstanbul, 1992, s.163
  • Arslan Terzioğlu, “Osmanlı Dönemi Hastahaneleri”, Türk Dünyası Kültür Atlası, c.III, Bölüm III, İstanbul, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 2000, s.265
  • Enes Gül, “Dârüşşifâ Nafi-i Nas-ı Cihan: Osmanlı Sultan Dârüşşifâları”, Osmanlılarda Sağlık, c.1, Ed. Coşkun Yılmaz, Necdet Yılmaz, İstanbul, Biofarma, 2006, s.273
  • Vakıflar genel müdürlüğü web sayfası, vakifmedeniyeti.gov.tr/2009/m3.htm
  • İ.Erol Kozak, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi olarak Vakıf, Akabe Yayınları,İstanbul, 1985, s.25
  • Arslan Terzioğlu, Ortaçağ İslam-Türk Hastaneleri ve Avrupa’ya Tesirleri, Belleten, 1970, XXXIV/133
  • Ali Haydar Bayat, “Bursa Yıldırım Bayezid Dârüşşifâsı”, 38. Uluslar arası Tıp Tarihi Kongresi-Ülker Erke’nin Yorumu ve Fırçasıyla Türkiye’de Tarihi Sağlık Kurumları, İstanbul, Nobel Tıp Kitabevleri, 2002, s.37
  • Asım Yediyıldız, Başlangıçtan Günümüze Yıldırım Külliyesi ve Ulucami, Doktora Tezi, Bursa, 1995, s.29
  • Osman Şevki Uludağ, Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Tarihi, (Sad. İlter Uzel) Ankara, Kültür Bakanlığı yayınları, 1991, s.87
  • Baytop, Turhan; “Türk Eczacılık Tarihi”, İstanbul, 2001, s. 57
  • Baytop, Turhan; “Türkiye’de Bitkilerle Tedavi”, 1999, s. 32
  • Baylav, Naşid: “Eczacılık Tarihi”, İstanbul, 1968, s. 130-133
  • Doç. Dr. Ratip Kazancıgil, Edirne Sultan II. Beyazıt Külliyesi, Şifahaneler, Trakya Üniversitesi Yayınları,
  • Sema DOĞAN, «Haseki Külliyesi», DİA, İstanbul, 1997, C. XVI, s. 372.
  • Mehmet Bayartan, Osmanlı Şehirlerinde Vakıflar ve Vakıf Sisteminin Şehre Kattığı Değerler,Osmanlı Bilimi Araştırmaları X-1 (2008)
  • Yediyıldız, “Müessese ve Toplum Münasebetleri Çerçevesinde XVIII. Asır Türk Toplumu ve Vakıf Müessesesi,” Vakıflar Dergisi, sayı XV, 1982, s.21.
  • Nazif Öztürk, “Fatih Vakfiyelerinde Şehircilik”, II. Uluslararası İstanbul’un Fethi Sempozyumu, 31 Mayıs-1 Haziran 1997, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yay., İstanbul 1997, s.169
Scroll to Top